16 Haziran 2010 Çarşamba

Reklam dediğin böyle olur...



Gördüğünüz resim, 2010 yılında Türkiye'de bir billboard reklamı. Reklamdaki telefon General Mobile firmasına ait. Büyük şehirlerimizde, milyonlarca insan, bu açık hava reklamını görüp ne düşünüyor dersiniz? "Ne kadar yaratıcı bir reklam, mükemmel bir kelime oyunu" falan mı?

Bir fikrin doğuş aşamasından, vücut bulup hedef kitlesine ulaşma aşamasına dek geçen süreçte, bir çok kontrol mekanizması vardır. Bu kadar aklı başında geçinen adamdan bir kişi bile "arkadaşlar biz ne yapıyoruz yahu?" demez, diğerlerini uyarmaz mı?

Bu ülkede bu reklamı çarşaf çarşaf basılmadan önce "ülkemizdeki milyonlarca babanın onurunu kırıcı, rencide edici" bularak yasaklayacak bir kurum yok mu? Televizyonlarda en ufak görüntüyü sudan bahanelerle yasaklamayı, pardon sansürlemeyi biliyorsunuz ama?

Hala "reklamın iyisi kötüsü olmaz" diye mi düşünenlerden bunlar yoksa? 2010 yılındayız beyler, artık sizin markanızı bana tanıtıyor olmanız bir şey ifade etmiyor. Sizin Türkiye'nin en şerefsiz, en kalleş, en laubali, en sorumsuz, en iğrenç reklamını yapmış olduğunuz gerçeğini insanlara anlatmak da bu kadar kolay işte. Bir blog makalesi yazarsın, senin kendini tanıtmaya uğraştığın binlerce insan da gelir okur, senin ne vizyonda bir şirket olduğunu görür, öğrenir.

Şunu da söyleyeyim, bugüne kadar markanız hakkındaki görüşüm şuydu (gerçi bu bilgiyi bile haketmiyorsunuz ya): "Çin telefonlarından belli ki daha kaliteli, ama üst düzey markalar kadar değil. Bir gün bir modelini belki alabilirim, bekleyip görelim."

Bu reklamınızdan sonraki görüşüm ise aynen şöyle:
"Ölene kadar, markanıza ait herhangi bir ürünü satın almayacak, kullanmayacak, vitrinlerde merak edip incelemeyecek ve sizi bilmeyenlere de her fırsatta markanızı kötüleyerek, markanızdan uzak durmaları için elimden geleni yapacağım."

Yani, naçizane tüketiciniz olarak, benden BABAYA ALIRSINIZ!

(Not: Reklama maruz kalan milyonların en az yarısının da reklama kahkalarla güldüğünden eminim. Öyle başa böyle tarak. Her ülke layık olduğu şekilde...)

28 Nisan 2010 Çarşamba

Engin Abi'nin Ardından...




Geleceğini bildiğimiz acı haber 2010 yılının Nisan'ının 23'ünde geldi. Engin Abi uzun süredir başta akciğer kanseri olmak üzere, ölümcül hastalıklarla boğuşuyordu.

Engin Abi'nin ne kadar iyi bir müzisyen olduğunu, onlarca yıl önce aklımıza, hayalimize gelmeyen uluslararası başarılarını tekrarlamak yerine, onun benim hayatımdaki yerine değinmek istiyorum biraz.

Yıl 1991. Liseden mezun olup İstanbul Teknik Üniversitesi'ni kazanarak, üniversite hayatıma başladım. Bir yıl sonra, 1992'de, benden bir dönem arkadan gelen Serkan Civelek ve Erşan Kumru ile birlikte kurduğumuz Tekirdağ'dan çıkan nadir Rock gruplarından biri olan Midas'ı da İstanbul'a taşıdık.

1992 yılında oluşan kadroda güçlü müzisyenler vardı: Serkan Civelek, Koray Alpaslan, Evrim Kurtiç, Serhat Ersöz (sonradan Moğollar'a transfer oldu), Serkan Tuğ (Taner Öngör, Cem Karaca, Erkin Koray), Dinç Üvendire.

Bir gün kim hatırlamıyorum, grup üyelerinden biri Jazz Stop'ta deneme olarak bir kaç parça çalacağız dedi. Jazz Stop Engin Abi'nin sahibi olduğu mekandı. O zamanlar şu an bulunduğu yerde değildi, ancak gene Büyükparmakkapı sokaktaydı, yerden bir kat aşağıya inilerek giriliyordu. İstanbul'da gittiğim ilk barlardandı.

Sahneye çıktık ve o zamanki aklımızla ingilizce olarak hazırladığımız tüm parçalarımızı çaldık. Engin Abi de barın işleriyle uğraşıyor, odalara girip çıkıyordu. Kendisiyle o gün tanıştık. Karizması, sesi, saçları, sakal ve bıyığı ile gerçek bir çınardı, etkilenmemek elde değildi.

Bu kısa "deneme" seansı, Midas'taki tüm üyelerin hayatını değiştirecekti. Grup elemanları, bu tarihten bir sene sonra, kendileri de öngörmedikleri şekilde, bambaşka yerlerde olacaktı.

O günlerde Jazz Stop'ta her akşam program yapan, tek bir grup vardı. Bu grup bana müzikal akıl açısından bir çok şey kattıklarına inandığım, yugoslav kökenli müzisyenler Cengiz Köroğlu, Emir ve davulda Engin Abi'den oluşuyordu. Hafta içi dahil her gece müzik yapılıyordu ve her gece mekanda müşteri vardı. İnsanlar gerçekten öncelikle sahnedeki müzisyenin yaptığı müziği dinlemeye ve müzikle eğlenmeye geliyorlardı. Bu grup sadece Cover parçalar çalmakla beraber, işlerini o kadar profesyonelce yapıyorlardı ki, biz onları dinlerken, hangi parçanın hangi şifresini nasıl çözeceğimizi şaşırıyorduk. Sanıyorum ki hepimiz, gerçek rock'n roll müzisyenleriyle o zaman tanıştık ve onlardan çok şey öğrendik.

Engin Abi her akşam aynı şeyleri çalmaktan sıkılmıyor, her parçanın bir gün sonraki tekrarında aynı istek ve motivasyonla çalıyordu. O kadar farklı bir stili vardı ki, benim gibi çaylak davulcu adayları için bir mabet gibiydi. En basitinden bir Joe Cocker veya Eric Clapton parçasında bile kendinden geçiyordu. Davulun sadece ahşap ve metal aksamlardan oluşan bir enstrüman olmadığını o günlerde anladım. Engin Abi davulun derilerini nazikçe "dövüyor", hatta sevişiyordu onlarla. Bir davulcunun her şeyden önce sahnede oluşan müziğe eşlik etmesi gerektiğini ondan öğrendim. Engin Abi bunu o kadar gösterişsiz, o kadar basit ve o kadar asalet dolu bir şekilde yapıyordu ki, sadece onu izleyebilme şansına erişebilmenin bile, dünyanın tüm davul kurslarından çok daha değerli olduğunu sonradan anladım.

O günlerden birinde, Serkan Civelek geldi ve dedi ki:

- "Engin Abi bir süreliğine Palandöken'e tatile gidecek, yerine senin çalmanı istiyor".

- "Ama nasıl yaparım, ben daha kimim ki?"

- Olsun, Engin Abi "O çocukta yetenek var" dedi, yaparmışsın sen...

- Hadi bakalım hayırlısı...

En son ne zaman, ne için bu kadar heyecanlandığımı hatırlamıyorum. Heyecandan dizlerim titremişti.

Neticede Engin Abi gerçekten tatile gitti ve ben birbirinden yetenekli müzisyenler ile kendimi aynı sahnede buldum. Onun davuluna oturmak (heyecan ve saygımdan onun Set-Up'ına bile dokunamamış, hiç bir ayarı değiştirmemiştim bile), onun çaldığı parçaları çalmaya çalışmak, onun gibi çalmaya çalışmak...

Taksim Beyoğlu'nun bir kaç metrekarelik bir sahnesinde, uzaya enerji olarak karışmak üzere yarattığımız ses tınıları, belki dünyanın umurunda değildi, ama benim dünyam bu sahnede oluşuyordu ve bu benim umurumdaydı.

Gece bittiğinde, eşyalarımı toplayıp çıkarken - toplayacak bir davul ekipmanım dahi yoktu, ancak kendimi toplamışımdır herhalde - barmen beni çevirdi, elime bir Yüz Bin TL sıkıştırdı ve "bu senin" dedi. Engin Abi her akşam bir yüz bin lira almamı istemişti. Diğer grup üyeleri de aynı parayı alıyorlardı.

Engin Abi tatilden dönene kadar onun yerine çaldım. Para kazanmak profesyonellik ise, profesyonel müzik hayatıma Engin Abi'nin davul taburesine oturarak başladım. Şu anda gözlerimden yaşlar dökülürken kendime sormadan edemiyorum: "Tanrım, kaç davulcu adayına nasip olur bu?".

Yıllar yılları kovaladı, Engin Abi'yle farklı yer ve zamanlarda karşılaştık. Tanju Aşanel'in ilk albümünden sonra Boğaziçi Üniversitesi'nde verdiğimiz albüm konserinden önce bana "Güvenç'çiğim sen de artık profesyonel oldun" demiş, beni onurlandırmıştı. Peşinden Jazz Stop'u aynı sokakta başka bir yere taşıdı. Velvet ile birlikte orada da çaldım. Müzik aralarında yanına gidiyordum, konuşuyorduk. Çok net olarak "şu parçada güzel çaldın" derdi. Ya da "ilk başta garipsedin, sonra toparladın". Davulu sevmeyip döven diğer davulculardan şikayet ederdi. Parçalarda parçanın gerektiği yerde yükselip gerektiği yerde düşmeyi ondan görmüştüm ben. Davulcunun müziğin tansiyonunu oluşturmada ne kadar büyük bir gücü ve ayrıcalığı olduğunu onu izleyerek anlamıştım...

2003 yılında Velvet ile birlikte Bodrum Yalı beldesinde uluslararası bir tatil köyünde müzik yapmaya gittik. Engin Abi'yle ilk gün Gima'da alışveriş yaparken karşılaştık. Orada öğrendik ki, o da yazlarını Yalı beldesine bağlı Kızılağaç köyünde geçiriyormuş. Arada da bizim çaldığımız mekana uğrarmış. Her fırsatta, İstanbul'un bitmişliğinden istifa ederek en sevdiği yere, Kızılağaç'a giderdi. Mekanında dostlarını, sevdiklerini, onu sevenleri ağırlar, onlara yemek verirdi. En sevdiği yerde hayata gözlerini yumdu. Dolu dolu, herkese nasip olmayacak bir hayat yaşadı.

Son anına kadar davul çaldı. Tek kolu felçli olduğu halde, sağlam kalan diğer koluyla.

Hırs kokan kariyer planları, başarı öyküleri, bol sıfırlı maaşlar, kafa avcıları, girilen borçlar, alınan evler, arabalar, taksitler, kredi kartları, bordolar...

Tarih bunlar için yaşayan insanların öykülerini bahsetmeye değer bulmayacak bile. Ama bir Engin Yörükoğlu'nun imzası olan bir albümü alıp dinleyen, mırıldanan, sevdiklerine dinletenler, yaşamı boyunca böylesine soylu bir amaca hizmet etmiş gerçek bir müzisyenin öyküsünü de aktaracaklar gelecek nesillere.

Ben Engin Abi ile aynı sahnede oldum. Onunla aynı davulu paylaştım. Benim için bundan daha gurur verici bir şey olabilir mi?

Engin Yörükoğlu, müziğin yaşadığı her yerde, yürekleri müzik için çarpan insanlarca bir efsane olarak anılacak. Onun için bundan daha gurur verici bir şey olabilir mi?

Güle Güle Engin Abi. Bu yalnız ve güzel ülkenin müziğine ve müzisyenlerine verdiğin emekler için sonsuz teşekkürler sana. Seni çok özleyeceğim.

16 Nisan 2010 Cuma

Tersine Hayat

Dostum Mert benimle bu sabah bu şiiri paylaştı. Orjinali İspanyolca. Türkçe versiyonu da çok güzel olmuş...


TERSİNE HAYAT

Hayat tersine yaşanmalıydı bence
Önce ölümü savuşturmalıydık başımızdan.
Yirmi yılımızı huzurevinde geçirip,
Çok gençleştiğimiz için atılmalıydık.
Altın bir saatimiz olduktan sonra ise başlamalıydık.
Kırk yıl çalışmalıydık, ta ki
Emekliliğin tadını çıkarabilecek denli gençleştiğimiz güne kadar.
Üniversiteye gitmeliydik sonra,
liseye hazır hale gelene dek Parti yapmalıydık
İyice ufalmalıydık, oyun oynayıp
Sorumlulukları unutmalıydık.
Küçük bir kız ya da bir erkek bebek olunca annemize dönmeli,
Son dokuz ayımızı yüzerek geçirmeli
Ve sevgi dolu bir bakışta son bulmalıydık...

Norman Glass

15 Ocak 2010 Cuma

Kadınlar gittiğinde...

Bekir Coşkun, 20 Temmuz 2006, nasıl da atlamışım bunu, her zaman yaptığım gibi...

KADINLAR gittiklerinde arkalarında daha büyük boşluklar bırakırlar.

Onlar bir gün çekip gittiklerinde, peşlerinde "yetim-öksüz" kalan çok olur:

Mutfaktaki dolap, perdeler, kavanozun içindeki eski düğmeler, özenle saklanmış küçülmüş giysiler, dolap diplerindeki kurdeleler...

Sabah karanlığında mutfaktan gelen tıkırtılar susar, yetim kalmıştır tabaklar.

Bir kadın gittiğinde hep suyu unutulur saksıların.

Sık sık boynunu büker "sarıkız".

O teki kalmış eski bardağın anlamını bilen olmaz, değerini kimse anlayamaz krom hac tasının.

Balkon artık sessizdir, koridor kimsesiz.

*

Bir kadın gittiğinde...

Bir kadın gittiğinde ne çok kişi gider aslında; bir ağır işçi, bir temizlikçi, bir bakıcı, bir bahçıvan, bir muhasebeci...

Bir anne gider...

Bir dost...

Bir arkadaş...

Bir sevgili...

Ne çok kişi yok olur bir kadın gittiğinde.

*

"Güzin Abla gitti..." dediklerinde, kaç kişinin gittiğini ve arkasında kalan "yetimlerini" düşündüm.

O benim dostumdu.

Dün Feyza’yı arayıp başsağlığı diledim.

O canımın sıkıldığı gün telefonda "Sana gelen bana gelsin" diyen sesini hiç unutmamıştım.

Yine ıslandı göz pınarlarım, ben dahi yetim kaldım.

Sözcükler yetim kaldı.

Hep böyle olur; bir kadın gittiğinde; övgüler, uyarılar, yakınmalar, dualar yetim kalır.

Kapı eşiğindeki "Dikkat et..." duyulmaz, annesi gitmiştir "geç kalma"nın.

Kadınlar, arkalarında büyük boşluklar bırakarak giderler.

Bir kadın gittiğinde pek çok kişi gitmiştir aslında. Ve bir kadın gittiğinde pek çok "yetim" bırakmıştır arkasında.

12 Ocak 2010 Salı

It's not your fault

You're only human
So am I
It's such a shame we have these secrets and lies
That get discovered from time to time

Whatever rises eventually falls
The world turns and it turns on us all
You can't live life without making mistakes
You can't live trying to keep the outside world away

It's time to stop
Beating yourself up

It's not your fault
It's not your fault
It's not your fault

I broke a mirror
Maybe two
Shattered reflections
That's all I have of you
Crackin like eggshell beneath my fear
I could'nt breathe
I could'nt keep the outside world away
Oh dear
When you lie down to sleep
Repeat after me

It's not your fault
It's not your fault
It's not your fault
We're both so tired

It's not your fault
It's just the way we're wired