28 Nisan 2010 Çarşamba

Engin Abi'nin Ardından...




Geleceğini bildiğimiz acı haber 2010 yılının Nisan'ının 23'ünde geldi. Engin Abi uzun süredir başta akciğer kanseri olmak üzere, ölümcül hastalıklarla boğuşuyordu.

Engin Abi'nin ne kadar iyi bir müzisyen olduğunu, onlarca yıl önce aklımıza, hayalimize gelmeyen uluslararası başarılarını tekrarlamak yerine, onun benim hayatımdaki yerine değinmek istiyorum biraz.

Yıl 1991. Liseden mezun olup İstanbul Teknik Üniversitesi'ni kazanarak, üniversite hayatıma başladım. Bir yıl sonra, 1992'de, benden bir dönem arkadan gelen Serkan Civelek ve Erşan Kumru ile birlikte kurduğumuz Tekirdağ'dan çıkan nadir Rock gruplarından biri olan Midas'ı da İstanbul'a taşıdık.

1992 yılında oluşan kadroda güçlü müzisyenler vardı: Serkan Civelek, Koray Alpaslan, Evrim Kurtiç, Serhat Ersöz (sonradan Moğollar'a transfer oldu), Serkan Tuğ (Taner Öngör, Cem Karaca, Erkin Koray), Dinç Üvendire.

Bir gün kim hatırlamıyorum, grup üyelerinden biri Jazz Stop'ta deneme olarak bir kaç parça çalacağız dedi. Jazz Stop Engin Abi'nin sahibi olduğu mekandı. O zamanlar şu an bulunduğu yerde değildi, ancak gene Büyükparmakkapı sokaktaydı, yerden bir kat aşağıya inilerek giriliyordu. İstanbul'da gittiğim ilk barlardandı.

Sahneye çıktık ve o zamanki aklımızla ingilizce olarak hazırladığımız tüm parçalarımızı çaldık. Engin Abi de barın işleriyle uğraşıyor, odalara girip çıkıyordu. Kendisiyle o gün tanıştık. Karizması, sesi, saçları, sakal ve bıyığı ile gerçek bir çınardı, etkilenmemek elde değildi.

Bu kısa "deneme" seansı, Midas'taki tüm üyelerin hayatını değiştirecekti. Grup elemanları, bu tarihten bir sene sonra, kendileri de öngörmedikleri şekilde, bambaşka yerlerde olacaktı.

O günlerde Jazz Stop'ta her akşam program yapan, tek bir grup vardı. Bu grup bana müzikal akıl açısından bir çok şey kattıklarına inandığım, yugoslav kökenli müzisyenler Cengiz Köroğlu, Emir ve davulda Engin Abi'den oluşuyordu. Hafta içi dahil her gece müzik yapılıyordu ve her gece mekanda müşteri vardı. İnsanlar gerçekten öncelikle sahnedeki müzisyenin yaptığı müziği dinlemeye ve müzikle eğlenmeye geliyorlardı. Bu grup sadece Cover parçalar çalmakla beraber, işlerini o kadar profesyonelce yapıyorlardı ki, biz onları dinlerken, hangi parçanın hangi şifresini nasıl çözeceğimizi şaşırıyorduk. Sanıyorum ki hepimiz, gerçek rock'n roll müzisyenleriyle o zaman tanıştık ve onlardan çok şey öğrendik.

Engin Abi her akşam aynı şeyleri çalmaktan sıkılmıyor, her parçanın bir gün sonraki tekrarında aynı istek ve motivasyonla çalıyordu. O kadar farklı bir stili vardı ki, benim gibi çaylak davulcu adayları için bir mabet gibiydi. En basitinden bir Joe Cocker veya Eric Clapton parçasında bile kendinden geçiyordu. Davulun sadece ahşap ve metal aksamlardan oluşan bir enstrüman olmadığını o günlerde anladım. Engin Abi davulun derilerini nazikçe "dövüyor", hatta sevişiyordu onlarla. Bir davulcunun her şeyden önce sahnede oluşan müziğe eşlik etmesi gerektiğini ondan öğrendim. Engin Abi bunu o kadar gösterişsiz, o kadar basit ve o kadar asalet dolu bir şekilde yapıyordu ki, sadece onu izleyebilme şansına erişebilmenin bile, dünyanın tüm davul kurslarından çok daha değerli olduğunu sonradan anladım.

O günlerden birinde, Serkan Civelek geldi ve dedi ki:

- "Engin Abi bir süreliğine Palandöken'e tatile gidecek, yerine senin çalmanı istiyor".

- "Ama nasıl yaparım, ben daha kimim ki?"

- Olsun, Engin Abi "O çocukta yetenek var" dedi, yaparmışsın sen...

- Hadi bakalım hayırlısı...

En son ne zaman, ne için bu kadar heyecanlandığımı hatırlamıyorum. Heyecandan dizlerim titremişti.

Neticede Engin Abi gerçekten tatile gitti ve ben birbirinden yetenekli müzisyenler ile kendimi aynı sahnede buldum. Onun davuluna oturmak (heyecan ve saygımdan onun Set-Up'ına bile dokunamamış, hiç bir ayarı değiştirmemiştim bile), onun çaldığı parçaları çalmaya çalışmak, onun gibi çalmaya çalışmak...

Taksim Beyoğlu'nun bir kaç metrekarelik bir sahnesinde, uzaya enerji olarak karışmak üzere yarattığımız ses tınıları, belki dünyanın umurunda değildi, ama benim dünyam bu sahnede oluşuyordu ve bu benim umurumdaydı.

Gece bittiğinde, eşyalarımı toplayıp çıkarken - toplayacak bir davul ekipmanım dahi yoktu, ancak kendimi toplamışımdır herhalde - barmen beni çevirdi, elime bir Yüz Bin TL sıkıştırdı ve "bu senin" dedi. Engin Abi her akşam bir yüz bin lira almamı istemişti. Diğer grup üyeleri de aynı parayı alıyorlardı.

Engin Abi tatilden dönene kadar onun yerine çaldım. Para kazanmak profesyonellik ise, profesyonel müzik hayatıma Engin Abi'nin davul taburesine oturarak başladım. Şu anda gözlerimden yaşlar dökülürken kendime sormadan edemiyorum: "Tanrım, kaç davulcu adayına nasip olur bu?".

Yıllar yılları kovaladı, Engin Abi'yle farklı yer ve zamanlarda karşılaştık. Tanju Aşanel'in ilk albümünden sonra Boğaziçi Üniversitesi'nde verdiğimiz albüm konserinden önce bana "Güvenç'çiğim sen de artık profesyonel oldun" demiş, beni onurlandırmıştı. Peşinden Jazz Stop'u aynı sokakta başka bir yere taşıdı. Velvet ile birlikte orada da çaldım. Müzik aralarında yanına gidiyordum, konuşuyorduk. Çok net olarak "şu parçada güzel çaldın" derdi. Ya da "ilk başta garipsedin, sonra toparladın". Davulu sevmeyip döven diğer davulculardan şikayet ederdi. Parçalarda parçanın gerektiği yerde yükselip gerektiği yerde düşmeyi ondan görmüştüm ben. Davulcunun müziğin tansiyonunu oluşturmada ne kadar büyük bir gücü ve ayrıcalığı olduğunu onu izleyerek anlamıştım...

2003 yılında Velvet ile birlikte Bodrum Yalı beldesinde uluslararası bir tatil köyünde müzik yapmaya gittik. Engin Abi'yle ilk gün Gima'da alışveriş yaparken karşılaştık. Orada öğrendik ki, o da yazlarını Yalı beldesine bağlı Kızılağaç köyünde geçiriyormuş. Arada da bizim çaldığımız mekana uğrarmış. Her fırsatta, İstanbul'un bitmişliğinden istifa ederek en sevdiği yere, Kızılağaç'a giderdi. Mekanında dostlarını, sevdiklerini, onu sevenleri ağırlar, onlara yemek verirdi. En sevdiği yerde hayata gözlerini yumdu. Dolu dolu, herkese nasip olmayacak bir hayat yaşadı.

Son anına kadar davul çaldı. Tek kolu felçli olduğu halde, sağlam kalan diğer koluyla.

Hırs kokan kariyer planları, başarı öyküleri, bol sıfırlı maaşlar, kafa avcıları, girilen borçlar, alınan evler, arabalar, taksitler, kredi kartları, bordolar...

Tarih bunlar için yaşayan insanların öykülerini bahsetmeye değer bulmayacak bile. Ama bir Engin Yörükoğlu'nun imzası olan bir albümü alıp dinleyen, mırıldanan, sevdiklerine dinletenler, yaşamı boyunca böylesine soylu bir amaca hizmet etmiş gerçek bir müzisyenin öyküsünü de aktaracaklar gelecek nesillere.

Ben Engin Abi ile aynı sahnede oldum. Onunla aynı davulu paylaştım. Benim için bundan daha gurur verici bir şey olabilir mi?

Engin Yörükoğlu, müziğin yaşadığı her yerde, yürekleri müzik için çarpan insanlarca bir efsane olarak anılacak. Onun için bundan daha gurur verici bir şey olabilir mi?

Güle Güle Engin Abi. Bu yalnız ve güzel ülkenin müziğine ve müzisyenlerine verdiğin emekler için sonsuz teşekkürler sana. Seni çok özleyeceğim.

16 Nisan 2010 Cuma

Tersine Hayat

Dostum Mert benimle bu sabah bu şiiri paylaştı. Orjinali İspanyolca. Türkçe versiyonu da çok güzel olmuş...


TERSİNE HAYAT

Hayat tersine yaşanmalıydı bence
Önce ölümü savuşturmalıydık başımızdan.
Yirmi yılımızı huzurevinde geçirip,
Çok gençleştiğimiz için atılmalıydık.
Altın bir saatimiz olduktan sonra ise başlamalıydık.
Kırk yıl çalışmalıydık, ta ki
Emekliliğin tadını çıkarabilecek denli gençleştiğimiz güne kadar.
Üniversiteye gitmeliydik sonra,
liseye hazır hale gelene dek Parti yapmalıydık
İyice ufalmalıydık, oyun oynayıp
Sorumlulukları unutmalıydık.
Küçük bir kız ya da bir erkek bebek olunca annemize dönmeli,
Son dokuz ayımızı yüzerek geçirmeli
Ve sevgi dolu bir bakışta son bulmalıydık...

Norman Glass