7 Aralık 2006 Perşembe

16 saatlik kağıt

Xerox, üzerine yazıldıktan 16 saat sonra içeriğini “silen” bir kağıt icat etmiş ve uzun zamandır dipten derinden bu icadın patentlerini kayıt altına almakla meşgulmuş. Ortalama bir ofis çalışanı ayda 1000 civarı kağıt yazdırıyor ya da fotokopi çekiyormuş ve bunun yarısından çoğu günlük yazışmalara gidiyormuş ve gün sonunda çöp sepetini boyluyormuş. Xerox’un bu icadı, bilhassa ofislerdeki kağıt israfına son vermeyi amaçlıyormuş. Mucize kağıt elbette ki normal kağıttan daha pahalıymış ama orta dönemde kağıt kendini rahatça amorte ediyor ve firmanın maliyetlerini düşürüyormuş.

Bu icat oldukça ilginç olmakla beraber, hayata geçtiğinde (eğer geçerse) etkilerini merak etmiyor değilim:

  • “Öğretmenim, yemin ederim ödevimi yapmıştım, ama abimden ödünç aldığım kağıt silinebilir kağıtmış, nereden bileyim?”
  • “Kitabı silinebilir kağıda basmışlar, sonuna gelmeden silindi, ben de neden bu kadar ucuz diye kendime soruyordum”
  • “Ahmet bey yemin ediyorum dün mali tabloyu basıp masanıza koymuştum…” “Aaa, masamın üstünde boş kağıtlar vardı, attım ben onları…” “….”
  • “Kira sözleşmemiz silinebilir kağıdaymış, hiç bir hak iddia edemiyoruz” “……”
  • “Ya ben normal kağıda mı basmıştım dökümanı, silinebilir kağıda mı, silinebilirdi galiba, neyse normale basayım bir tane de, azar işitmeyelim patrondan”
  • “Kağıtlar fotokopi makinasını tıkamış” “Aaa silinebilir onlar dur atma ütülerim ben onları” “…..”

Xerox, hiç olmayan bir probleme çözüm mü getiriyor acaba?

1 Eylül 2006 Cuma

Tezahürat reklamlar

Dünya kupası sırasında bu furya tavan yapmıştı. Nerede ne zaman bir turnuva, milli maç var, anında o andan faydalanma peşinde olan uyanık reklamlar türüyor TV’de. “Lombolico Del Mondo” edasında perküsyonlarla doldurulmuş, üzerine tribün edebiyatı taraftar tezahüratları… Koskoca global markaların lokalize olma çabaları ancak bununla sınırlı kalabiliyor Türkiye’de: Futbol… Bir de ramazan… Evin salonunda televizyonları karşısında “Ay law yu löve, ay laav yu löövee” diye bağıran adamlar işte bu reklamlarda yer alıyorlar. Kim toplu bir halde galeyana gelerek televizyonuna olan sevgisini böyle ifade eder? Tost makineniz için ya da çay-kahve makinenız için böyle bir beste yapmayı düşünüyorsanız hemen trübünlere bir göz atın ve beğendiğiniz bir tezahüratı seçin.

Bir önceki reklamlarında ne kadar kaliteli, elit, farklı olduklarını ifade etmeye çalışan bu koca koca firmalar, bu tip toplumsal galeyan anlarında şimdiye kadarki bütün çabalarını çöpe attıklarının farkındalar mı acaba?

29 Ağustos 2006 Salı

Ormanlar yurdumda

ORMAN

Tohumlar fidana
Fidanlar ağaca
Ağaçlar ormana
Dönmeli yurdumda

Yuvadır kuşlara
Örtüdür toprağa
Can verir doğaya
Ormanlar yurdumda

Bir tek dal kırmadan
Ormansız kalmadan
Her insan bir fidan
Dikmeli yurdumda

Yuvadır kuşlara
Örtüdür toprağa
Can verir doğaya
Ormanlar yurdumda

Çocukken arabamızla İzmir yakınlarından geçerken bir orman yangınına tanık olup -ki bugünküler gibi büyük bir yangın da değildi, orman yangınlarının en masum oldukları dönemdi, zaman içinde ekonomimizin büyümesiyle orman yangınlarımızın da boyutları büyüdü- saatlerce ağladığımı hatırlıyorum. Güzel olan her şeyin insan eli veya ihmaliyle yok edilmesine çok tanık oldum, bu da ilklerinden biriydi.

Geçen zaman içinde her sene bilhassa yazın en sıcak aylarında orman yangınlarına şahit olduk, giderek artan büyüklük ve sıklıklarda. 2000′li yıllarda ormanların en gözde turizm beldelerimizin yakınlarında gerçekleşmesi ve insan hayatını tehdit eder hale gelmesi, komşu ülkelerin ya da terör örgütlerinin eylemleri ile birlikte telafuz edilmesiyle yankı buldu. Hep söndürme ekipmanlarının yetersizliğinden, eğitimli kadro eksikliğinden dem vuruldu.

Bu sene orman yangınları yaza damgasını vurdu. En azından benim için. Yazın en önemli olayı ne Rock’n Coke, ne Formula 1 Türkiye, ne Galatasaray’ın şampiyonlar ligi’ne kalması. Yazın en önemli olayı orman yangınları ve bundan bir türlü ders alamayan ülkemiz. Bu nasıl bir ülke yönetimidir ki, orman ile ilgili çalışanlarının eksiklerini gidermez? Bir helikopteri neden beş, on yapmaz? Neden uçsuz bucaksız ovalarımızda sadece ve sadece yangın söndürmeye ayrılmış uçaklar onar onar sıraya dizilmez? Kimse bana işin ekonomik yönünden bahsetmesin, bir F16′dan daha mı pahalı bir yangın söndürme uçağı? Sanmıyorum. Ormanlar bizim milli servetimiz değil mi? Neden bu kadar kayıtsız kalınıyor bu duruma? Bu serveti korumak devletin görevi değil mi? Köylülerden medet umacağına, neden Nisan-Kasım ayları arasında sözleşmeli profesyonel orman söndürme ekipleri istihdam edilmiyor? Ülke ekonomisinde ne kadar yer kaplar ki? Sokak lambalarının maliyetini elektrik faturama 2 YTL olarak yansıtan yetkililer, aynı cesareti ormanlar için de göstersenize? Kim itiraz eder faturasından 1 YTL’yi orman söndürme çalışmalarına bağışlamaya?

Öyle bir alışmışsınız ki, “ormandır bu yazın yanar” deyip geçiştirmeye… Nasılsa suçu kendimizden başka herkeste bulup geçiştirsiniz, Türk halkının da balık hafızası vardır, unutulur gider değil mi? Ne zaman bir çevre bakanı istifa edecek, ben yetersiz kaldım diye? Ne zaman ve ne zaman ormanlarda piknik yapmak, mangal yapmak yasaklanacak? Ne zaman yapanlara ciddi cezalar verilecek? Ne zaman bu orman magandalarından kurtulunacak? Elektrik telleri ne zaman birbirinden uzaklaştırılacak? Ne zaman?

Bu yangın sıçrayıp artık sizi de yakmaya başladığında mı?

22 Temmuz 2006 Cumartesi

Zonguldak'tan Pink Floyd'a dava



Zonguldakspor yönetimi, Pink Floyd’a dava açmaya hazırlanıyor. Zonguldakspor Kulübü Basın Halkla İlişkiler Müdürlüğü’nden yapılan açıklamaya göre çok yakında uluslararası boyutta açılacak olan dava için kendilerini temsil edecek yetenekli bir hukukçu aradıklarını söylediler.

Kulüp Başkanı Ramis Muslu ve Başkan yardımcısı Turgut Atalay yaptıkları ortak basın toplantısında, Pink Floyd isminde bir müzik grubunun yıllardır kulüplerinin logolarını neredeyse birebir olarak kullandığını öğrendiklerini, konuyla ilgili yasal çalışmaların tamamlanmak üzere olduğunu belirttiler.

Turgut Atalay; “Grubun the wall isimli bir albümleri olduğunu ve bu albümden bu grubun bir hayli gelir elde ettiğini vurgulayarak the wall albümünün görsel temalarının Zonguldakspor ambleminden bire bir kopyalanarak gerçekleştirildiğini iddia etti.”

1966 yılında kurulan zonguldakspor birincli ligde kazandığı başarıları devam ettiremeyerek alt liglere inmek zorunda kalmış ve en son geçen sene son maçında Giresunspor’a 4-2 yenilerek 3. lige düşmüştü.

24 Haziran 2006 Cumartesi

Hazır olmanın bedeli

Gece yarısı karnınız acıktı ve evde yiyecek bir şey yok, ne yaparsınız? En yakın 7 Eleven şubesine gitmek bir çözüm olabilir. Gece vardiyasında çalışan elemanın bir sosisli ya da burger hazırlamasını bekleyip açlığınızı giderirsiniz. Yediğiniz tatsız tuzsuz fast-food yiyeceği muhtemelen gündüz vakti yemeyi tercih etmezdiniz, ama bu saatte başka şansınız yok ve kötü de olsa açlığınızı bastırdınız, buna da şükrediyorsunuz. Peki neden 7 Eleven tercihiniz oldu? Çünkü o saatte bir tek orası açık. Diğerleri neden açık değil? Çünkü bunu tercih etmiyorlar. Kaynak ayıramıyorlar, elemanları yok, güvenlik nedenleri vs… Peki 7 Eleven’ın fiyatlarının yüksekliğinden şikayet ettiniz mi hiç? Muhtemelen evet. Neden yüksek fiyatları? Çünkü 24 saat açık olmanın bir maliyeti var ve bu maliyet yüzünden fiyatları yüksek. O yüzden az önce yediğiniz sosisliye 3 katı fiyat ödediniz.

Şirketler milenyum krizinden dolayı büyük zararlara uğramamak için başka danışman şirketlere neler ödediler? Ünlü bir şarkıcının konserini organize eden şirket, her şeyin dört dörtlük olması için karından ne kadar fedakarlık etmeyi göze alır?

Şimdi kendi hayatınıza dönün, bu örnekleri kendi hayatınıza uyarlayın. Neler için hazır olmanız lazım ve bunun için ne bedel ödüyorsunuz? Sevdiğiniz biri çok hasta olabilir ve onu kaybedeceğiniz güne kendinizi hazır tutmak için onun hayatta olduğu günlerin size bedeli nedir? Sokağa bırakmak zorunda olduğunuz bir eşyanızın çalınma ihtimaline karşın sigorta şirketine ödediğiniz bedel nedir? İnişli çıkışlı hayatınızda her zaman güçlü, her zaman yıkılmaz, her zaman dimdik ayakta mı oldunuz? Hiç sanmam. Güneşin sizin için parlamadığı zamanlarda zararlara uğradınız değil mi? En güçlü anlarını yaşadıklarını zannedenler etinizden bir parça koparırken sizden izin alacak değillerdi herhalde. Tanımadığınız güçlüler, tanıdığınız güçsüzler, hangisi daha tanıdık, hangisi daha güçlü?

Bir gün öleceksiniz, ölüme hazır olmak için ödediğiniz bedel nedir? Bu bedelin adı hayat olabilir mi?

16 Haziran 2006 Cuma

Dünyanın kupası

Aylar önceden başladılar. Hepsi aşağı yukarı aynı konuyu işliyordu. Futbolun “sokak” ruhunu işleyen reklamlar. Sözüm ona, gene paranın karşı koyulamaz kokusuyla endüstriselleşen futbola tepki reklamları idi bunlar. Sadece futbol, güzel futbol, gerçek futbol… Sahaların hırçın çocuğu Eric Cantona bile bir galeyan içinde stüdyo basıyor, Viva le resistance, yaşasın direniş pozlarında bizlere güzel oyunu anlatıyordu. İlk başlarda ben de bu haykırışları samimi ve sempatik bulmuş, birileri bir şeyler yapmaya çalışıyor diye düşünmüştüm. Ta ki dün Ronaldinho’yu bir ciklet reklamında görene kadar. O an her şeyi anladım. Ortada bir takım yetenekli adamlar var. Akrobatik anlamda maharetli, atletik ve estetik olarak sporcu görünümüne uygun bir takım “futbolcu”lar. Futbolcu olarak sadece futbol oynamakla kalmıyorlar, artık futbol da satıyorlar. Futbol endüstrisinin ürünlerini güzel oyun dolduruşlarına inanan biz saf insanlara satıyorlar. Defalarca farklı kamera açılarıyla çekilen, yüzlerce defa montajdan geçen, bilgisayar destekli sanal stüdyolarda maçlar yapılan, bol hormonlu ses efektleriyle desteklenen bu futbol anlarının büyüsüne kapılan bizlere futbol satıyorlar. Adeta, biz sizler gibi futbolcu olamadık, kafamızı bir sürü gerekli gereksiz bilgiyle doldurmamıza rağmen sizler kadar iyi para kazanamıyoruz, sizler kadar sağlıklı yaşayamıyoruz, sıkış tıkış apartman dairelerinin içinde huzur arıyor, ev ve şanslıysak ofis arasında bize benzeyen bir sürü insanla yan yana gidip geliyoruz ve bu curcunamızdan bir an kafamızı yukarı kaldırınca da sizleri görüyoruz, esasında Nike, Adidas, Puma’yı görüyoruz, Coca Cola, Pepsi, Loewe gibi kupa pastasından pay kapmaya çalışan tek amacı kar olan işletmeleri görüyoruz. Aynı Ramazan aylarında yeşil dini cübbeye bürünüp din dersi veren gazeteler gibi, yeşil çimene bürünüp futbola olan sevgimizden faydalanan işletmeler.

Herkes aynı konuda hem fikir, Ronaldinho çok sempatik, çok yetenekli, dünyanın en iyi futbolcusu… Dünyanın en çok kazanan futbolcusu. Madem tek derdin futbol, madem Brezilya’nın kumlarından varoldun geldin, tüm reklamlara çıkman mı lazım? Tüm bu meşin yuvarlağı sonsuza dek vücutlarında sektirebilen futbolcuların, elbirliği etmişçesine etlerinden, sütlerinden ve yünlerinden faydalanılmasına bu kadar izin vermeleri mi lazım? Pepsi reklamı için, Adidas reklamı için paranın kokusunu alıp bir araya gelen bu altın kadrolar, acaba telefonlaşıp bir halı saha maçı yapmışlar mıdır, ya da doğup varoldukları Brezilya kumlarında taştan kale direkleri arasında bir çıplak ayak futbol maçı? Kaç tanesi servetinin küçücük bir bölümünü bazılarının renklerini de paylaştığı Afrika’nın o cılız insanlarının doyurulması için feda etmiştir mesela?

Koskoca Dünya kupası, o kadar çok insan ve kurum ekmek yiyor ki, bir günün maç hasılatı yoksullara bağışlanıyor da bilmiyor muyuz acaba? Yoksa biz masumların kısa mesajları mı kurtarabiliyor onları sadece?

Bir ticari dalga bu dünya kupası. Aynı Anneler Günü, Sevgililer Günü, Babalar Günü gibi. Belki bu günler olmasa daha çok arayacağız sevdiklerimizi. Belki kalp desenli fonksiyonsuz ıvır zıvırlar bu kadar satılmayacak, kravat, gömlek üreticileri üzülecek ama gerçek duygularımızı bileceğiz, ne kendimizi kandıracağız, ne sevdiklerimizi kandırdığımız için teselli bulacağız.

Bu pazar Babalar Günü, ticari dalgalar ortak da çalışmasını bilir, kaç çocuk babasına dünya kupası kokan hediyeler alacak sizce?

29 Mayıs 2006 Pazartesi

Norveçli kızlara helikopterli taciz

Ankara’ya gelen Norveç Milli Voleybol Takımı, parkta güneşlenmek isteyince, önce etrafları kuşatıldı, sonra da askeri bir helikopter üzerlerinden alçak uçuş yaptı.

Avrupa Genç Bayanlar Voleybol Şampiyonası elemeleri için Ankara’ya gelen Norveç Genç Bayan Voleybol Milli Takımı, başkentte güneşlenmek isteyince ilginç olaylar yaşandı. Güneşlenmek isteyen takım oyuncuları bunun için önce Ulus’taki Gençlik Parkı’na gitti. Ancak bikini ve şortlarıyla çimlere uzanan genç kızları gören çok sayıda başkentli etraflarını sardı. Norveçli oyuncular, bazı vatandaşların cep telefonlarıyla fotoğraflarını çektiğini, bazılarının da bozuk bir İngilizce ile nereli olduklarını sorduklarını anlattı.



ŞOFÖRE DE KIZDILAR
Kendilerini taşıyan otobüs şoförünün kalabalığı görünce yanlarına geldiğini belirten Norveçli oyuncular, şoförün kendilerini apar topar parktan çıkardığını, bu esnada kalabalıktan bazı kişilerin de şoförün bu hareketine tepki gösterdiklerini ifade ettiler. Norveç takımıdaha sonra TED Ankara Koleji’nin Gölbaşı Kampüsü’ne gitti. Ancak Norveç takımı burada da meraklı bir askeri helikopter pilotuyla karşılaştı. Güneşlendikleri sırada oldukça yükseklerden bir askeri helikopterin geçtiğini söyleyen oyunculardan Hilde Elvebakk, “Helikopter bir daire çizip biraz alçaldı. Havada iki tur attı. Üçüncü seferde ise 10 metre mesafeden uçup hemen üstümüzden geçti” diye konuştu. Norveçli oyuncular iki başarısız güneşlenme girişiminden sonra hayalkırıklığı içinde döndükleri otelde, otel yöneticilerinin kendilerine terasta güneşlenme izni vermesiyle biraz olsun teselli buldu. Oyunculardan Hanna Sandsdalen, Ingrid Helene Sando ve Hilde Elvebakk, kendilerini rahatsız eden bir olayla karşılaşmadıklarını ancak sadece biraz şaşkın olduklarını ifade etti.

22 Mayıs 2006 Pazartesi

Hard Rock Hallelujah!

Nerden başlayayım, TRT spikerinin mosmor olduğundan mı, Sibel Tüzün’ün kıskançlık demeçlerinden mi, yoksa bunun bir müzik yarışması olduğunu unutup, bol darbukalı, dansözlü, R&B’li, MTV’de ne tutunursa onun taklidiyle ülkesini temsil eden “sanatçılar” dan mı…

Finlandiya’lı bu Rock grubu, öyle bir birincilik kazandı ki, herkese bir daha bunun bir müzik yarışması olduğunu hatırlattı.
Bakalım TRT temsilcisi Sibel Tüzün neler demiş yarışmanın ardından:

Lordi’nin yarışmanın galibi olması hakkında, ‘hepimiz şok olduk, hayal kırıklığına uğradık’ diyen Tüzün, ‘Biz bu yıl güzel kadın ile güzel bir şov ortaya koymak istedik. Demek ki bu yıl erkek ve çirkin yaratıkların yılıymış. Bana göre Lordi, şovunu video oyunlarından esinlenerek hazırladı ve oylarını yine bilgisayarla cep telefonlarına çok hakim olan 13-22 yaş grubundan topladı’ diye konuştu.
Yunanistan ve Türkiye’den Lordi’ye oy çıkmasına çok şaşırdığını ifade eden Tüzün, grubun şovuna iyi hazırlandığını söyledi.
Sibel Tüzün, gelecek yıl yapılacak Eurovision şarkı yarışmasının ’sirke döneceğini ve çocuklara yönelik koreografiler hazırlanacağını’ ifade ederek, ‘Finlandiya 2007 Eurovision Şarkı Yarışması tehlikeli bir oyuna dönüşecek’ dedi.

Birincisi, güzel kadın ve şovdan bahsederken, güzel kadına pek rastlayamadık. Onun yerine, belki hamile olduğundan kendi bedeninden 3 beden daha küçük bir kıyafete sıkıştırılmış bir kadın gördük. Ayrıca vokal performansı olarak çok kötüydü. O kadar detoneydi ki, nakaratta kulaklarımı kapatıyordum. Dansçılarla yaptığı kareografi ve illa ki en ciddi parçamıza bile eklemek zorunda olduğumuz dümbelek dansından sonra nefes nefese kaldığı ve ikinci sözleri ne halde söylediği de ortada. Şarkısı, kendisi ve şovu ile malesef biraz “kokona” kategorisindeydi Sayın Tüzün.İkincisi, Lordi video oyunlarından esinlenmiş ve cep telefonuna hakim olan genç kesimin oylarını toplamış. Sibel cep telefonuna hakim olmayan kesimlerden mi oy toplamayı umuyordu? Ya da bu yarışmanın bilmediğimiz başka bir oy verme yöntemi mi var, teleks, telgraf gibi? Oy veren kesimin kaç yaşlarında olduğunu sanıyor ki? Başka kim böyle dandik bir yarışmayı bir şey sanıp bir ülkeye oy vermek için 5SMS’ini harcar ki?

Bir de, Türkiye’den Finlandiya’ya oy çıkmasına şaşırmış Sn. Tüzün. Neden, bu ülkede Rock ve Heavy Metal sevenler yok mu? Sibel Tüzün de öyle düşünüp Rock albüm çıkarmamış mıydı? Kendisi klibinde daha mı alımlı görünüyordu, “çirkin yaratıklar” diye tanımladığı meslektaşlarından?

Eurovision seneye sirke dönecekmiş. Zaten hep sirk değil miydi?

Bir de “uzmanlarımız” var tabi, Sibel Tüzün’e asla toz kondurmayan, ama parçada bir şeylerin eksik olduğunu vurgulayan uzmanlarımız. Hepsinin söylediği şey aynı, Sibel Tüzün çok iyi şarkıcıdır ama parça olmamış. Ya söylesenize kendisi parçayı icra ederken zorlanıyor, detone oluyor desenize… Nedir bu herkesle iyi geçinme mantığı?
Öyle bir tokat oldu ki bu, kimlere mi? Bunun bir müzik yarışması olduğunu unutanlara, MTV’de tutunan parçaların taklitleriyle ülkelerini temsil eden sanatçı bozmalarına - İngiltere’den de R&B çıktı ya- , yerel motifler vereceğiz diye darbukalı, dansözlü, Afrikalı, şekilden şekile giren ülkelere, ve bilhassa, Finlandiya şarkısını çalınca “Korku filmi gibi hahaha beğendiyseniz gene de bir mesaj atın”, Finlandiya finale çıkınca “tabi belki gençler beğenmiştir, ondandır” şeklinde değerlendirmeler yapan TRT spikeri Sayın Levent Özçelik’e ve onun gibilere…
Lordi’ye binlerce tebrikler, Hard Rock Hallelujah!

26 Mart 2006 Pazar

Elalem gider aya...

Biz yayayız. İki ayağımızın üzerindeyken yayayız, tekerlekler üzerindeyken farklıyız.

Biz yayayız, trafiğin önceliği olan araçlardan sonra en dokunulmaz bileşeniyiz.

Biz, yayalık stajımızı komünal yaşamın bize sormadan tahsis ettiği iki kenarına ikişer sıra arabanın parketmesi için bize layık görülen ellişer santimetre genişliğindeki kaldırımlarda yaparız. Bana düşeni yapayım, kaldırımdan yürüyeyim derken araba galerilerinin ve bilimum esnafın bağımsızlığını ilan etmek suretiyle istila ettiği bu bize ayrılan alanların dışına çıkmak zorunda kalırız, karda kışta bu daracık kaldırımlar buz tutar, kayıp kafamızı gözümüzü yararız, daha sonra zıvanadan çıkıp “enayimiyim ben” deyip motorlu taşıtlara ayrılmış yollarda yürümeye başlarız.

Bu geniş alanların tadını aldık mı da bizi kimse tutamaz. Ülkenin her yerinde sonugelmez bir rahatlık ve umursamazlıkla, bizi geçmişte daracık alanlara sıkıştıran zihniyetten intikam alırız sanki. Bu dakikadan sonra artık düşünmesi gereken motorlu taşıtlardır, ne de olsa bize çarparlarsa onların başı derde girecektir. O kadar umursamayız ki, bize dikkat etmek zorunda olan slalom ustası motorlu araçlar o kadar yavaş giderler ki, trafik adı verilen akmaz katı madde, tüm illerde, yurtdışı temsilciliklerinde ve kuzey kıbrıs türk cumhuriyetinde durma noktasına gelir artık.

Şehir ve bölge planlamada çalışan kişiler, taşın ve toprağın altın cinsinden değerini birinci sıraya koymayıp, biraz da işin “planlama” kısmına önem verselerdi, bizler de haddimizi bilecek ve bize ayrılan geniş kaldırımlarda yürüyecek, motorluları da rahatsız etmeyecektik, ama gözümüz açıldı bir kere. Bundan sonra bize düşen, trafikte yaya devriminin artık genlerimize işlemiş bu özelliklerini yeni kuşaklarımıza aktarmaktır.

12 Mart 2006 Pazar

İnternet polisi göreve başladı

Geç de olsa iyi bir şey, ama çok komik diyalogların yaşanacağına hiç şüphe yok… :)

Asayiş Şube Müdürlüğü’nde yeni oluşturulan İnternet ve Bilişim Suçları Bürosu faliyete geçti.

Bilgisayar konusunda uzman 1 başkomiser, 1 komiser ve 5 eleman olmak üzere toplam 7 kişilik büro ile internet ortamında gerçekleşen suçlar ve suçluları takibe alınacak. Yeni kurulan büronun internet ortamında gerçekleşen şantaj, tehdit, banka hesaplarından para çalınması olaylarının yanında özellikle porno siteleri takibe alacağı belirtildi.

17 Şubat 2006 Cuma

Güçsüz sevmek

İnsanı insan olarak, dünyayla ilişkilerini de insani ilişkiler olarak kabul edersiniz, sevgiyi yalnız sevgiyle, güveni yalnız güvenle vb, değiş tokuş edebilirsiniz. Sanatın tadına varmak istiyorsanız, sanat kültürü almış biri olmalısınız; başkalarını etkilemek istiyorsanız, gerçekten başkalarını canlandıran ve yüreklendiren biri olmalısınız. İnsanla -ve doğayla- ilişkilerinizin herbiri gerçek bireysel hayatınızın belirli bir şekilde dışavurumu olmalı, iradenizin nesnesine uymalıdır. Karşılığında sevgi uyandırmadan seviyorsanız, yani sevgi olarak sevginiz karşılıklı sevgi yaratmıyorsa, seven bir kişi olarak dışavurumunuzla kendinizi sevilen bir kişi yapamıyorsanız, sevginiz güçsüzdür, bir talihsizliktir.

Karl Marx, 1844 İktisadi-Felsefi Elyazmaları, Kısım 1, Cilt 3, s.145-49.

12 Ocak 2006 Perşembe

Neyin Bayramı?

Bazen bir kaç insan çıkıyor, benim kelimelere dökemediklerimi düzgünce yazıyor:

Ece Temelkuran - KIYIDAN, Milliyet 11.01.2006

Kurban, grip ve diğer çocuklar

Tanrılar, çocuk tohumlarını gökyüzünden yeryüzü topraklarına serperken Anadolu’ya doğru savrulan çocuk tohumları daha baştan kederleniyorlardır muhakkak. Daha doğmadan küsüyor mudur canlarının çekirdeği? Tam doğarken, o büyük telaşta burada doğacaklarını unutuyor olmalı çocuklar. Çünkü unutmasalar, belki de hiç doğamazlar…

İlk bayram, ilk kurban

Kurbanlık koyunların yanlarında poz vermiş oğlan çocuğu fotoğrafları var gazetelerde. Gülümsediklerine bakılırsa henüz bu o çocukların ilk bayramı. Öyle gülümsediklerine bakılırsa bu yıl ilk kurbanlarını verecekler. Bayramın böyle bir şey demek olduğunu, bu ölümden sonra eğlenmeleri ve hiç bitmeyecek bir açlıkla yemeleri gerektiğini öğrenecekler.
Evlerinin önüne bağladıkları, sevdikleri, boynundaki ipi tutarak gezdirdikleri, hatta bazen isim verdikleri koyunlar kesilirken orada olacaklar. Okşadıkları tüylü deri alelacele etten sıyrılıp pusuda bekleyen tarikat arabalarına yığılırken bakakalacaklar.
Daha araba yolda henüz kaybolmuşken kesilen hayvanın eti kavrulmuş olacak ocakta, ekmeğin içine dürtülmüş lokma tıkıştırılacak çocuğun ağzına. Bu sırada acaba kurumuş mudur çocuğun alnındaki kan? Niye çocuklarını tüketiyor bu ülke durmadan? Ölüm bilgisini en erken öğrenen çocukların toprağı Ortadoğu. O yüzden bu topraklarda hiç bitmeyecek insanlığın savaşı…

Ölmeyen İsmail

İbrahim, inancının ispatı olarak neden oğlu İsmail’i yatırıp kesmeye kalktı? Öldürüp kendini, katil olmaktansa cehenneme gitmeyi niye göze alamadı? Ve bu hikâyeyi dinleye dinleye büyüyen oğlan çocukları kendilerinin esas kurbanlık olduğunu, öyle ya da böyle, bilmezler mi kalplerinin bir yerinde?

Omurgaya işlenir bizden önceki hikâyeler, inanmasanız, bilmeseniz bile içinizdedir siz doğarken sizden önce bilinenler. Neden Cebrail’e, onun elinde bir koçla göklerden inmesine havale edilmiştir bu karanlık bilmece? İsmail sonra hiç babasını sevmiş midir acaba? Feda edilen bir can bir daha barışır mı kendi çekirdeğiyle?

Gelmeyen Cebrail

Kuş gribinden ölen çocukların babası hastane kapısında konuşuyor gazetecilerle. Acılıdır muhakkak. Ve fakat, yüzünde tuhaf bir ifade. Sanki gelmeyen Cebrail’in cürmü bu.
Hasta hayvanları ölmeden hemen evvel kesip yemek bir gelenektir burada. Batı’dan gelen “hijyen” bilgisi üst sınıflara aittir. Bu ülke, doymakla bitmeyen, hiç bitmeyen bir açlığın ülkesidir. Ne kadar çok kadınla sevişse de adamlar, kadınlara yine aynı açlıkla bakarlar. Ne kadar çok kurban eti yese de çocuklar yine de aç büyüyüp hasta hayvanları “boşa gitmesin” diye kesip yiyen adamlar olurlar.

Sonra hastane kapılarında gelmemiş bir Cebrail’den şikâyet eder gibi, doktorlardan şikâyet ederler çocuklarının küçük tabutları önünde büyümüş oğlanlar. Yatılı okullar çöktüğünde altında kalan çocuklar için bu yüzden isyanlar çıkmaz bu toprakta. Savaşlarda ölen çocukların annelerine karşı, “Analar Sikorsky doğurmuyor” diyebilir komutanlar. Ölü çocuklardan bir harçla yükselebilir bu ülkede iktidar koltukları birbirine karşı. Kuş gribinden ölen çocukların haberlerini dinlerken bir yandan, bir yandan da yeni hasta tavukları sofralara getirebilir adamlar. Cahillik denip geçilirken arada karanlık bir bilmece atlanır. İbrahim, neden kendini değil de oğlu İsmail’i kurban etmiştir?

Ve Tanrı… Belki de O, İbrahim inanç sınavını geçtiği için değil, kendi yarattığı insanın vahşetini izlemeye daha fazla dayanamayacağı için Cebrail’le bir koç göndermiştir. Bu ülke, feda edilip de ölmeyen çocuklarının gözlerine bakabilir. Bu ülke, iktidar gömleğini her değiştirdiğinde İsmail’lerin boynu İbrahim bilgisiyle incelir…

3 Ocak 2006 Salı

Denizaltı Filmleri

Denizaltı filmleri, konusu itibariyle mekan darlığı yüzünden çoğu insana yavan gelebilir. Ancak, bu filmlerin baştan sonuna kadar izlenebilmesi için değişmez bir şart vardır: Oyunculuk. Denizaltı filmlerinde yer alan aktörlerin sıradan aktörler olmadığını söyleyebiliriz. Bu filmlerde bu aktörler kendi performanslarının en üst düzeylerinde oyunculuk yaparlar. Bu filmlerde öne çıkan duygular vatanseverlikten daha çok dürüstlük, adalet ve dayanıklılık gibi kavramlardır.

Bendeniz de denizaltı filmlerinin ayrı bir takipçisi olarak, size bugüne dek izlediğim denizaltı filmlerinin bir listesini vermek istiyorum:

- Das Boot
- K19: The Widowmaker
- Below
- In Enemy Hands
- Crimson Tide

bir de çok eski

- The Enemy Below

2000'li Yılları Algılamak

2000′li Yılları Algılamak
Yazar: Prof. Dr. Özcan Köknel
Altın Kitaplar, 1. Basım, Mayıs 2005

İki binli yıllar, doğal ve toplumsal ortamdan kaynaklanan uyarıları, bunların taşıdığı iletileri değiştirdi. Bu değişiklik, duyuları algıya dönüştüren anı izlerini, bilgi birikimini, davranış kalıplarını etkiledi. Gerçek yaşamla, algılanan gerçek arasında, öznel, sanal, yapay bir dünya yarattı. Bu dünyada insanların ne denli mutlu olduğunu saptamak çok zor. Hatta olanaksız.

2 Ocak 2006 Pazartesi

Kötü filmler

Herkes gibi arada ben de kötü filmlere maruz kalıyorum. Burada şunu belirtmeden geçemeyeceğim: Kötü filmden kastım, televizyonu her açışınızda rastlayabileceğiniz, kanallarda Prime Time başlayana kadar bizi oyalamakla yükümlü eti budu belli sıradan filmler değil. Kötü filmler, afişiyle, prodüksiyonuyla, belki oyuncu kadrosuyla bir yere kadar iddialı, üstelik afişini amerikan basın dünyasının geçimini sinema filmleri hakkında yaptığı tek cümlelik, bazen tek kelimelik “Astonishing!”, “Two thumbs up!”, “Best movie of the year!” gibi yorumlardan kazanan en az bir yazar ve yorumu ile takviye edebilecek kadar şanslı filmlerin arasından çıkan kötü filmler.

Şimdi bu filmlerin listesini oluşturmaya başlayalım ve zaman içerisinde bu listeyi güncelleyelim :)

  • Crusader (Haber Avı)
  • Dead Birds (Vahşet Evi)
  • I’ll Sleep When I’m Dead (Öldüğümde Uyuyacağım)
  • 7 Seconds (7 Saniye, Wesley Snipes)
  • The Marksman (Keskin Nişancı, Türkçe çevirisi saçma olmuş! İşaretleyici olmalıydı, gene Wesley Snipes, bu adamın bir filmi daha kötü çıkarsa, Blade’den başka adam gibi filmi olmadığına kanaat getireceğim)