17 Mart 2013 Pazar

Anlar

ANLAR

Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde, daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.

Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
Ama işte 85'indeyim ve biliyorum…
ÖLÜYORUM…

Jorge Luis BORGES


MOMENTS

If I could live again my life,
In the next – I’ll try,
- to make more mistakes,
I won’t try to be so perfect,
I’ll be more relaxed,
I’ll be more full – than I am now,
In fact, I’ll take fewer things seriously,
I’ll be less hygienic,
I’ll take more risks,
I’ll take more trips,
I’ll watch more sunsets,
I’ll climb more mountains,
I’ll swim more rivers,
I’ll go to more places – I’ve never been,
I’ll eat more ice creams and less (lime) beans,
I’ll have more real problems – and less imaginary ones,
I was one of those people who live
prudent and prolific lives -
each minute of his life,
Of course that I had moments of joy – but,
if I could go back I’ll try to have only good moments,

If you don’t know – that’s what life is made of,
Don’t lose the now!

I was one of those who never goes anywhere
without a thermometer,
without a hot-water bottle,
and without an umbrella and without a parachute,

If I could live again – I will travel light,
If I could live again – I’ll try to work bare feet
at the beginning of spring till the end of autumn,
I’ll ride more carts,
I’ll watch more sunrises and play with more children,
If I have the life to live – but now I am 85,
- and I know that I am dying …


Jorge Luis BORGES

15 Mayıs 2011 Pazar

Eurovision 2011'in ardından...


Bir Eurovision şarkı yarışmasını daha geride bıraktık. Genel kanının aksine, "Türkiye nasıl olur da elenir?" sorusunun bende fazlasıyla tatmin edici bir cevabı vardı. Avrupa'nın dört bir köşesine dağılmış "gurbetçilerimizin" desteği bile yeterli derecede gerçekleşmemişse, ortada şapkayı önümüze koyup düşünmemizi gerektiren ciddi bir problem olduğu gerçeğiyle yüzleşmemiz gerektiğinin zamanı çoktan gelmiş, belli ki.

Söz konusu futbol olduğu zaman, Türk futbolunun bir adım daha ileri gidebildiği yegane anlar, kendisine bir "futbol aklı" ithal edebildiği ya da içinden yaratabildiği anlardır ya, bu da aynı mesele.

Malesef, ülke olarak bir "müzik aklı" geliştirememenin sonuçları bunlar. Final gecesini baştan sona izlerken, nüfusları İstanbul'un mütevazi bir ilçesinin nüfusundan daha az olan minicik ülkelerin yarışmaya gönderdikleri sanatçıların yeterliliklerine, şarkılarının müzikal kalitesine ve müziğe olan yaklaşımlarına bakınca, onlara yetişebilmek için katetmemiz gereken mesafenin ne kadar uzun olduğunu bir kez daha şahit oldum. Daha üzücü olan, bu mesafenin kapanabileceğine dair en ufak bir umut kırıntısı bile yok malesef.

Müzisyenleri bir kenara koyalım ve aşağıdaki sorulara cevap bulmaya çalışalım. Bu soruların muhtemel cevapları zaten yoruma gerek kalmayacak şekilde bazı şeyleri açığa kavuşturacaktır:

* Ortalama bir Türk vatandaşının, müzik ile ilişkisi nedir?

* Türkiye nüfusunun yüzde kaçı bir enstrüman çalabilir?

* Türkiye nüfusunun yüzde kaçı çok sesli müziğin ne anlama geldiğini açıklayabilir?

* Türkiye nüfusunun yüzde kaçı klasik müzik ve batı müziği dinlemeyi tercih etmektedir?


Eskiden Melih Kibar'lar, Turhan Yükseler'ler, Onno Tunç'lar, Garo Mafyan'lar vardı. Gencecik cumhuriyetimizin yetiştirdiği, kendilerini geniş müzik birikimiyle donatmış kaliteli müzik adamlarımız vardı. Bugün kimler var? Bende bu sorunun bir cevabı yok.

Eskiden, şarkılarımızı iyi kötü birer juri vasıtasıyla seçer, öyle gönderirdik. Farklı profillerde, farklı müzisyenler Türkiye'de bir ön elemeden geçer, jurinin karşısına çıkardı. Türkiye'nin seksen bir ilinde (genel seçim arifesinde, umarım bu rakam hala geçerlidir) juriler olsun demiyorum ama, en azından müzik insanlarının oluşturduğu bir jurinin karşısına çıkılamaz mı? Yetenek Sizsiniz'de bile juri var yahu! Üstelik böyle bir ön seçim, daha çok genç müzisyeni cesaretlendirmez mi?

Senelerdir Sertap Erener'in başarısından yiyoruz. Nasıl olsa Avrupa'nın her yerinde gurbetçiler var, onlar bizi kurtarır sanıyoruz. TRT'nin bilmem hangi kurulundaki birilerinin paşa keyiflerinin beğendiği müzisyene şarkı ısmarlamaları süreciyle Eurovision'a parça gönderiyoruz. Ne kadar hop hop varsa, o kadar SMS gelecek zannediyoruz. Ama artık deniz bitti malesef. Gurbetçiler de attı tokadı. Bakalım rüyadan uyanıp kendimize gelebilecek miyiz?

Kantitatif olmayı bırakıp, kalitatif olmak durumundayız. Eurovision 2010 yılına kadar bir kaç sene kalitatif dengelere dönene kadar bir kaç sene bocaladı, ama 2010'dan itibaren doğru yolu buldu. Ülkeler yeniden kaliteli müzikal eserler göndermeye başladılar. Biz buna seyirci kaldık.

2011'in birincisi Azerbaycan, yukarıda değindiğim "müzik aklı" transferini çok başarılı bir şekilde gerçekleştirdi, hem de senelerden beri. 2008'de Elnur & Samir, 2009'da Aysel & Arash, 2010'da Safura ve nihayetinde 2011'de Ell & Nikki ile bağıra bağıra gelen bir birincilik... Tam üç senedir İsveç'li bir beste/aranjman ekibi ile çalışıyorlar. Fatih Terim'in dördüncü senesinin sonunda Galatasaray'a UEFA kupasını kazandırması gibi. 2008'de 8.ci, 2009'da 3.cü, 2010'da 5.ci ve 2011'de 1. oldular. Azerbaycan'ın başarısı kesinlikle hakedilmiş bir başarıdır. Her defasında dünya müzik trendleri ve Eurovision gerçekleriyle bağdaşan, "güncel" parçalar gönderdiler. Birinciliklerinde mutlaka bizim finallerde olmamamızın getirdiği "oy kaymasının" payı vardı ama, parçalarının birinciliğine kimse itiraz edemezdi.

Almanya'ya koskoca bir bravo. Sanıyorum ki, uzunca bir süre teknolojik ve görsel anlamda böylesine bir sunumun yanına yaklaşılması zaman alacak. Otomobilde Mercedes, BMW ne ise, Eurovision evsahipliğinde de Almanya o. Düsseldorf Arena'nın muhteşem dizaynı ve atmosferi bir yana, şarkı aralarında gösterdikleri klipler bile görsel ve kareografik anlamda o kadar iyi yönetilmiş ki, genç sinemacılarımızın kendilerine örnek alabilecekleri bir çok güzellik vardı bu kısa filmlerde.

Bir de, Almanya'nın yeni dünya görüşü doğrultusunda, her parça öncesi, sıradaki ülkenin Almanya'da yaşayan öğrenci ve azınlıklarından görüntüler verdiler. Bunun altında çok zekice kurgulanmış politik bir mesaj da vardı: "Yeni Almanya, kökleri dünyanın bir çok ülkesinden gelen öğrenci, işçi vs. nin Almanlar ile barış içinde yaşabilecekleri bir ülkedir". Bunun bir adım sonrası, ABD vari bir yapı olacak gibi geliyor bana.

Yarışmaya geri dönersek, puanlamanın son anlarında atak yapan İtalya, herkese güzel bir ders verdi. Güzel bir parça, caz da olsa, rock da olsa, pop da, latin de olsa, güzel bir parçadır ve güzel bir parça dünyadaki herkes tarafından dinlenip sevilebilir, beğeni toplar.

İngiltere gene umduğunu bulamadı. Tüm ülkeler ingilizce parçalar gönderiyorlar ve kazanıyorlar. İngiltere, kendi ana dilinde senelerdir kazanamıyor. İnternette İngiltere ile dalga geçiyorlar: "What's blue and can't sing?" Cevap "Blue".

Slovenya'nın Anastacia benzeri parçası çok başarılı olmasına rağmen, şu gerçeği de bize bir kez hatırlattı. "Gerçeği varken, kimse benzerini istemiyor".

Almanya'nın solistini geçen sene ve bu sene de beğenmemiş olsam da, bu seneki parça, sanki Eurovision parçalarını bir adım yukarı çekmek, uzay vizyonuna yaklaştırmak ister gibiydi. O yönden takdirimi topladı. Ne dersiniz, Lena üçüncü kez de katılır mı seneye?

Almanlara hep ciddi derler, taştan yürekli derler. Ama Alman sunucuların yarı finaller ve final boyunca sergiledikleri başarılı ve esprili sunumu bizde işi sulandırmadan yapabilecek bir kişi de çıkmaz, iddia ederim.

Daha yazılabilecek bir kaç ülke var elbette. Belki zaman içinde bu yazıya eklerim sonradan.


Bir Litvanya'nın, bir Avusturya'nın şarkılarını dinleyince, acaba bir gün biz de böyle bir solist ve böyle bir eser gönderebilir miyiz diye kendime soruyorum. Tuba Önal, neredesin? Reklam jingle'larından vakit bulup Eurovision'a katılmayı düşünmez misin?

16 Haziran 2010 Çarşamba

Reklam dediğin böyle olur...



Gördüğünüz resim, 2010 yılında Türkiye'de bir billboard reklamı. Reklamdaki telefon General Mobile firmasına ait. Büyük şehirlerimizde, milyonlarca insan, bu açık hava reklamını görüp ne düşünüyor dersiniz? "Ne kadar yaratıcı bir reklam, mükemmel bir kelime oyunu" falan mı?

Bir fikrin doğuş aşamasından, vücut bulup hedef kitlesine ulaşma aşamasına dek geçen süreçte, bir çok kontrol mekanizması vardır. Bu kadar aklı başında geçinen adamdan bir kişi bile "arkadaşlar biz ne yapıyoruz yahu?" demez, diğerlerini uyarmaz mı?

Bu ülkede bu reklamı çarşaf çarşaf basılmadan önce "ülkemizdeki milyonlarca babanın onurunu kırıcı, rencide edici" bularak yasaklayacak bir kurum yok mu? Televizyonlarda en ufak görüntüyü sudan bahanelerle yasaklamayı, pardon sansürlemeyi biliyorsunuz ama?

Hala "reklamın iyisi kötüsü olmaz" diye mi düşünenlerden bunlar yoksa? 2010 yılındayız beyler, artık sizin markanızı bana tanıtıyor olmanız bir şey ifade etmiyor. Sizin Türkiye'nin en şerefsiz, en kalleş, en laubali, en sorumsuz, en iğrenç reklamını yapmış olduğunuz gerçeğini insanlara anlatmak da bu kadar kolay işte. Bir blog makalesi yazarsın, senin kendini tanıtmaya uğraştığın binlerce insan da gelir okur, senin ne vizyonda bir şirket olduğunu görür, öğrenir.

Şunu da söyleyeyim, bugüne kadar markanız hakkındaki görüşüm şuydu (gerçi bu bilgiyi bile haketmiyorsunuz ya): "Çin telefonlarından belli ki daha kaliteli, ama üst düzey markalar kadar değil. Bir gün bir modelini belki alabilirim, bekleyip görelim."

Bu reklamınızdan sonraki görüşüm ise aynen şöyle:
"Ölene kadar, markanıza ait herhangi bir ürünü satın almayacak, kullanmayacak, vitrinlerde merak edip incelemeyecek ve sizi bilmeyenlere de her fırsatta markanızı kötüleyerek, markanızdan uzak durmaları için elimden geleni yapacağım."

Yani, naçizane tüketiciniz olarak, benden BABAYA ALIRSINIZ!

(Not: Reklama maruz kalan milyonların en az yarısının da reklama kahkalarla güldüğünden eminim. Öyle başa böyle tarak. Her ülke layık olduğu şekilde...)

28 Nisan 2010 Çarşamba

Engin Abi'nin Ardından...




Geleceğini bildiğimiz acı haber 2010 yılının Nisan'ının 23'ünde geldi. Engin Abi uzun süredir başta akciğer kanseri olmak üzere, ölümcül hastalıklarla boğuşuyordu.

Engin Abi'nin ne kadar iyi bir müzisyen olduğunu, onlarca yıl önce aklımıza, hayalimize gelmeyen uluslararası başarılarını tekrarlamak yerine, onun benim hayatımdaki yerine değinmek istiyorum biraz.

Yıl 1991. Liseden mezun olup İstanbul Teknik Üniversitesi'ni kazanarak, üniversite hayatıma başladım. Bir yıl sonra, 1992'de, benden bir dönem arkadan gelen Serkan Civelek ve Erşan Kumru ile birlikte kurduğumuz Tekirdağ'dan çıkan nadir Rock gruplarından biri olan Midas'ı da İstanbul'a taşıdık.

1992 yılında oluşan kadroda güçlü müzisyenler vardı: Serkan Civelek, Koray Alpaslan, Evrim Kurtiç, Serhat Ersöz (sonradan Moğollar'a transfer oldu), Serkan Tuğ (Taner Öngör, Cem Karaca, Erkin Koray), Dinç Üvendire.

Bir gün kim hatırlamıyorum, grup üyelerinden biri Jazz Stop'ta deneme olarak bir kaç parça çalacağız dedi. Jazz Stop Engin Abi'nin sahibi olduğu mekandı. O zamanlar şu an bulunduğu yerde değildi, ancak gene Büyükparmakkapı sokaktaydı, yerden bir kat aşağıya inilerek giriliyordu. İstanbul'da gittiğim ilk barlardandı.

Sahneye çıktık ve o zamanki aklımızla ingilizce olarak hazırladığımız tüm parçalarımızı çaldık. Engin Abi de barın işleriyle uğraşıyor, odalara girip çıkıyordu. Kendisiyle o gün tanıştık. Karizması, sesi, saçları, sakal ve bıyığı ile gerçek bir çınardı, etkilenmemek elde değildi.

Bu kısa "deneme" seansı, Midas'taki tüm üyelerin hayatını değiştirecekti. Grup elemanları, bu tarihten bir sene sonra, kendileri de öngörmedikleri şekilde, bambaşka yerlerde olacaktı.

O günlerde Jazz Stop'ta her akşam program yapan, tek bir grup vardı. Bu grup bana müzikal akıl açısından bir çok şey kattıklarına inandığım, yugoslav kökenli müzisyenler Cengiz Köroğlu, Emir ve davulda Engin Abi'den oluşuyordu. Hafta içi dahil her gece müzik yapılıyordu ve her gece mekanda müşteri vardı. İnsanlar gerçekten öncelikle sahnedeki müzisyenin yaptığı müziği dinlemeye ve müzikle eğlenmeye geliyorlardı. Bu grup sadece Cover parçalar çalmakla beraber, işlerini o kadar profesyonelce yapıyorlardı ki, biz onları dinlerken, hangi parçanın hangi şifresini nasıl çözeceğimizi şaşırıyorduk. Sanıyorum ki hepimiz, gerçek rock'n roll müzisyenleriyle o zaman tanıştık ve onlardan çok şey öğrendik.

Engin Abi her akşam aynı şeyleri çalmaktan sıkılmıyor, her parçanın bir gün sonraki tekrarında aynı istek ve motivasyonla çalıyordu. O kadar farklı bir stili vardı ki, benim gibi çaylak davulcu adayları için bir mabet gibiydi. En basitinden bir Joe Cocker veya Eric Clapton parçasında bile kendinden geçiyordu. Davulun sadece ahşap ve metal aksamlardan oluşan bir enstrüman olmadığını o günlerde anladım. Engin Abi davulun derilerini nazikçe "dövüyor", hatta sevişiyordu onlarla. Bir davulcunun her şeyden önce sahnede oluşan müziğe eşlik etmesi gerektiğini ondan öğrendim. Engin Abi bunu o kadar gösterişsiz, o kadar basit ve o kadar asalet dolu bir şekilde yapıyordu ki, sadece onu izleyebilme şansına erişebilmenin bile, dünyanın tüm davul kurslarından çok daha değerli olduğunu sonradan anladım.

O günlerden birinde, Serkan Civelek geldi ve dedi ki:

- "Engin Abi bir süreliğine Palandöken'e tatile gidecek, yerine senin çalmanı istiyor".

- "Ama nasıl yaparım, ben daha kimim ki?"

- Olsun, Engin Abi "O çocukta yetenek var" dedi, yaparmışsın sen...

- Hadi bakalım hayırlısı...

En son ne zaman, ne için bu kadar heyecanlandığımı hatırlamıyorum. Heyecandan dizlerim titremişti.

Neticede Engin Abi gerçekten tatile gitti ve ben birbirinden yetenekli müzisyenler ile kendimi aynı sahnede buldum. Onun davuluna oturmak (heyecan ve saygımdan onun Set-Up'ına bile dokunamamış, hiç bir ayarı değiştirmemiştim bile), onun çaldığı parçaları çalmaya çalışmak, onun gibi çalmaya çalışmak...

Taksim Beyoğlu'nun bir kaç metrekarelik bir sahnesinde, uzaya enerji olarak karışmak üzere yarattığımız ses tınıları, belki dünyanın umurunda değildi, ama benim dünyam bu sahnede oluşuyordu ve bu benim umurumdaydı.

Gece bittiğinde, eşyalarımı toplayıp çıkarken - toplayacak bir davul ekipmanım dahi yoktu, ancak kendimi toplamışımdır herhalde - barmen beni çevirdi, elime bir Yüz Bin TL sıkıştırdı ve "bu senin" dedi. Engin Abi her akşam bir yüz bin lira almamı istemişti. Diğer grup üyeleri de aynı parayı alıyorlardı.

Engin Abi tatilden dönene kadar onun yerine çaldım. Para kazanmak profesyonellik ise, profesyonel müzik hayatıma Engin Abi'nin davul taburesine oturarak başladım. Şu anda gözlerimden yaşlar dökülürken kendime sormadan edemiyorum: "Tanrım, kaç davulcu adayına nasip olur bu?".

Yıllar yılları kovaladı, Engin Abi'yle farklı yer ve zamanlarda karşılaştık. Tanju Aşanel'in ilk albümünden sonra Boğaziçi Üniversitesi'nde verdiğimiz albüm konserinden önce bana "Güvenç'çiğim sen de artık profesyonel oldun" demiş, beni onurlandırmıştı. Peşinden Jazz Stop'u aynı sokakta başka bir yere taşıdı. Velvet ile birlikte orada da çaldım. Müzik aralarında yanına gidiyordum, konuşuyorduk. Çok net olarak "şu parçada güzel çaldın" derdi. Ya da "ilk başta garipsedin, sonra toparladın". Davulu sevmeyip döven diğer davulculardan şikayet ederdi. Parçalarda parçanın gerektiği yerde yükselip gerektiği yerde düşmeyi ondan görmüştüm ben. Davulcunun müziğin tansiyonunu oluşturmada ne kadar büyük bir gücü ve ayrıcalığı olduğunu onu izleyerek anlamıştım...

2003 yılında Velvet ile birlikte Bodrum Yalı beldesinde uluslararası bir tatil köyünde müzik yapmaya gittik. Engin Abi'yle ilk gün Gima'da alışveriş yaparken karşılaştık. Orada öğrendik ki, o da yazlarını Yalı beldesine bağlı Kızılağaç köyünde geçiriyormuş. Arada da bizim çaldığımız mekana uğrarmış. Her fırsatta, İstanbul'un bitmişliğinden istifa ederek en sevdiği yere, Kızılağaç'a giderdi. Mekanında dostlarını, sevdiklerini, onu sevenleri ağırlar, onlara yemek verirdi. En sevdiği yerde hayata gözlerini yumdu. Dolu dolu, herkese nasip olmayacak bir hayat yaşadı.

Son anına kadar davul çaldı. Tek kolu felçli olduğu halde, sağlam kalan diğer koluyla.

Hırs kokan kariyer planları, başarı öyküleri, bol sıfırlı maaşlar, kafa avcıları, girilen borçlar, alınan evler, arabalar, taksitler, kredi kartları, bordolar...

Tarih bunlar için yaşayan insanların öykülerini bahsetmeye değer bulmayacak bile. Ama bir Engin Yörükoğlu'nun imzası olan bir albümü alıp dinleyen, mırıldanan, sevdiklerine dinletenler, yaşamı boyunca böylesine soylu bir amaca hizmet etmiş gerçek bir müzisyenin öyküsünü de aktaracaklar gelecek nesillere.

Ben Engin Abi ile aynı sahnede oldum. Onunla aynı davulu paylaştım. Benim için bundan daha gurur verici bir şey olabilir mi?

Engin Yörükoğlu, müziğin yaşadığı her yerde, yürekleri müzik için çarpan insanlarca bir efsane olarak anılacak. Onun için bundan daha gurur verici bir şey olabilir mi?

Güle Güle Engin Abi. Bu yalnız ve güzel ülkenin müziğine ve müzisyenlerine verdiğin emekler için sonsuz teşekkürler sana. Seni çok özleyeceğim.

16 Nisan 2010 Cuma

Tersine Hayat

Dostum Mert benimle bu sabah bu şiiri paylaştı. Orjinali İspanyolca. Türkçe versiyonu da çok güzel olmuş...


TERSİNE HAYAT

Hayat tersine yaşanmalıydı bence
Önce ölümü savuşturmalıydık başımızdan.
Yirmi yılımızı huzurevinde geçirip,
Çok gençleştiğimiz için atılmalıydık.
Altın bir saatimiz olduktan sonra ise başlamalıydık.
Kırk yıl çalışmalıydık, ta ki
Emekliliğin tadını çıkarabilecek denli gençleştiğimiz güne kadar.
Üniversiteye gitmeliydik sonra,
liseye hazır hale gelene dek Parti yapmalıydık
İyice ufalmalıydık, oyun oynayıp
Sorumlulukları unutmalıydık.
Küçük bir kız ya da bir erkek bebek olunca annemize dönmeli,
Son dokuz ayımızı yüzerek geçirmeli
Ve sevgi dolu bir bakışta son bulmalıydık...

Norman Glass

15 Ocak 2010 Cuma

Kadınlar gittiğinde...

Bekir Coşkun, 20 Temmuz 2006, nasıl da atlamışım bunu, her zaman yaptığım gibi...

KADINLAR gittiklerinde arkalarında daha büyük boşluklar bırakırlar.

Onlar bir gün çekip gittiklerinde, peşlerinde "yetim-öksüz" kalan çok olur:

Mutfaktaki dolap, perdeler, kavanozun içindeki eski düğmeler, özenle saklanmış küçülmüş giysiler, dolap diplerindeki kurdeleler...

Sabah karanlığında mutfaktan gelen tıkırtılar susar, yetim kalmıştır tabaklar.

Bir kadın gittiğinde hep suyu unutulur saksıların.

Sık sık boynunu büker "sarıkız".

O teki kalmış eski bardağın anlamını bilen olmaz, değerini kimse anlayamaz krom hac tasının.

Balkon artık sessizdir, koridor kimsesiz.

*

Bir kadın gittiğinde...

Bir kadın gittiğinde ne çok kişi gider aslında; bir ağır işçi, bir temizlikçi, bir bakıcı, bir bahçıvan, bir muhasebeci...

Bir anne gider...

Bir dost...

Bir arkadaş...

Bir sevgili...

Ne çok kişi yok olur bir kadın gittiğinde.

*

"Güzin Abla gitti..." dediklerinde, kaç kişinin gittiğini ve arkasında kalan "yetimlerini" düşündüm.

O benim dostumdu.

Dün Feyza’yı arayıp başsağlığı diledim.

O canımın sıkıldığı gün telefonda "Sana gelen bana gelsin" diyen sesini hiç unutmamıştım.

Yine ıslandı göz pınarlarım, ben dahi yetim kaldım.

Sözcükler yetim kaldı.

Hep böyle olur; bir kadın gittiğinde; övgüler, uyarılar, yakınmalar, dualar yetim kalır.

Kapı eşiğindeki "Dikkat et..." duyulmaz, annesi gitmiştir "geç kalma"nın.

Kadınlar, arkalarında büyük boşluklar bırakarak giderler.

Bir kadın gittiğinde pek çok kişi gitmiştir aslında. Ve bir kadın gittiğinde pek çok "yetim" bırakmıştır arkasında.

12 Ocak 2010 Salı

It's not your fault

You're only human
So am I
It's such a shame we have these secrets and lies
That get discovered from time to time

Whatever rises eventually falls
The world turns and it turns on us all
You can't live life without making mistakes
You can't live trying to keep the outside world away

It's time to stop
Beating yourself up

It's not your fault
It's not your fault
It's not your fault

I broke a mirror
Maybe two
Shattered reflections
That's all I have of you
Crackin like eggshell beneath my fear
I could'nt breathe
I could'nt keep the outside world away
Oh dear
When you lie down to sleep
Repeat after me

It's not your fault
It's not your fault
It's not your fault
We're both so tired

It's not your fault
It's just the way we're wired

23 Temmuz 2009 Perşembe

Rock Çocukları


Bekir Coşkun, 23.07.2009, Hürriyet



ŞARKILAR söylüyorlar...

Şarkılar onlar için ekmek-hava-su gibi...

Bir konser öncesi, sabahın ayazında, montlarına sarılmış, ıslak çimenlerin üzerine kıvranmış uyurken görmüştüm onları.

“Neyi bekliyorlar?..”

“Şarkıları...”

Çoğu birkaç dil biliyor. Her şeyi tartışmaya hazırlar. Dünyanın tümünü kendilerinin kabul ediyorlar. Onlar için ırk-dil-din ayrımı yok...

Çevre savaşçıları, küresel emperyalizme karşı duranlar, savaşlara “hayır” diyenler de onlardan çıkıyor...

Kirli dünyaya itirazları var...

Ve özgürler...

*

Küçükçiftlik Parkı’nda yerli-yabancı grupların katıldığı Unirock Festivali vardı. İşte Başbakan Harbiye’ye geçerken onları gördü.

Çocuklar dans ederek şarkılarını söylüyorlardı.

O an içinden belki “Fesuphanallah...” dedi Başbakan...

Arabanın siyah camının arkasından, gözlerini kısarak, dolma saran tavşan görmüş gibi şaşkınlıkla baktı onlara.

Nitekim ilk konuşmasında “...Giderken maalesef gençliğimizin bir bölümünün halini gördük. Üzüntü vericiydi. Böyle sınırsız-kontrolsüz bir ahlaki erozyonun olduğu yapılanma bizi dertlendiriyor” dedi...

Ne yaptı ki çocuklar?..

Babalarının iktidarında tavuk yemi ithalatı işine mi girdiler?..

Büyük çarşıların önünü bedava kapatarak haşlanmış mısır ticareti mi yapıyorlar, babalarının adını sermaye yaparak?..

Baba dostunun bursu ile okuyup, bir anda mücevherat şirketi sahibi olma olanakları da yok...

Gemicik hayalleri de olamaz...

*

Onlar şarkılarını söylüyorlar...

Niye bu kadarcık haklarını “ahlaki erozyon” sayıp, ayıplayıp, sonra da oturup dertleneceksiniz?.. Şarkı söylüyorlar, şarkı...

Cennet kadar güzel, ama yağmalanmış-çalınmış bir ülkede doğdular... Onları bekleyen kötü yaşamlara, bunalımlara, işsizliklere, haksızlıklara, hukuksuzluklara karşı, şarkı söyleyerek yürüyorlar.

Sadece şarkıları var...

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Eurovision 2009'un ardından




Her sene bir Eurovision yorumu yazmak alışkanlık oldu.

Bu sene de Hadise Hanim şikayet etmişler, oylama adil değildi diye. Hadise yatsın kalksın, bu dereceyi alabildiğine şükretsin... Herhalde birileri kendisini ciddi ciddi birinciliği falan hakettiğine inandırmış. Hadise kendi performansının kayıtlarını başa sarıp sarıp izlesin ve yarı finallerden çıkabildiğine dua etsin. Onun için Patricia Kaas ile aynı sahnede yarışmak bile bir onurdur, değerini bilsin.

Malesef Türkiye olarak hala Sertab ile kazandığımız birincilikteyiz. Oralarda kalmışız, bir adım ileri gidemiyoruz... "Haydi eller havaya", "hop-hop" kültüründen parçalar gönderdiğimiz zaman gene birinci olacağız falan sanıyoruz.

Artık daha sanatsal değeri olan, müzikal anlamda kaliteli parçalar prim yapıyor Eurovision'da. İnsanlar yıllar boyu süren o bocalamadan sonra (ne abuk subuk parçalar göndermiştik biz de) doğru yolu buldular ve bunun öncelikle bir müzik yarışması olduğunu hatırladılar, yanında sahne şovu olursa ne ala.

Şimdi bakın bizim parçamıza. Şarkı müzikal anlamda kaliteli mi? Hayır. Sertab'ın parçasının izinden gitmeye çalışan, ama onun onda biri kadar kaliteli bile olamayan bir şarkı. Peki iyi icra edildi mi? Hayır. Hadise yer yer detone oldu ve arka vokal ile kendisinin ses dengesi malesef iyi değildi. Peki sahne şovu var mıydı? O da yoktu. Göndermişiz iki üç tane yabancı uyruklu kadın-erkek dansöz, el çırpmak, takla atmak şov sanıyoruz. Biraz Ukrayna'nın, Almanya'nın, Romanya'nın sahne şovlarına bakıp ders alsınlar, kimler organize ettiyse... Kostümler nasıl? Kabus gibi. Hadise'nin saçlarında anlamsızca bir kıvırcıklaştırma operasyonu. Keşke düz fönlü saçlarıyla ve t-shirt & jeans ile çıksaydı sahneye...

Gelelim oylamanın adilliği konusuna. Balkan ülkeleri birbirine, kuzey ülkeleri birbirine, baltık ülkeleri birbirine veriyormuş. Vah vah... Almanya, Azerbaycan, Fransa bize her sene 12 puanları çakınca bu normal, İsveç Norveç'e verince "kuzey ülkeleri birbirine verdi". E ne yapmalı adam? O da mı Türkiye'ye vermeli? Adamlar birbirinin komşusu, birbirlerinin müziklerini beğeniyorlar işte... Müziklerini beğenmeseler bile birbirlerini beğeniyorlar.

Sonuçta iyi bir parçanın önüne hiç bir şey çıkamıyor. İyi bir beste göndermişsen, iyi bir sahnen, iyi bir solistin, iyi kostümün varsa, sempatiksen zaten parlıyorsun o sahnede, hakkını da alıyorsun... Norveç'e babasının hayrına mı verdi bu kadar ülke 12 puanları? Bugüne kadar on kez sıfır çekmiş kuzey ülkelerinin kıyağıyla mı birinci oldu?


Norveç yarışmayı haklı olarak kazandı. Bunun yanında İngiltere ve Fransa da çok kaliteli ve mükemmel yorumlanan eserler göndererek noktayı koydular, bu yarışmanın bir müzik yarışması olduğunu herkese hatırlattılar. Ucuz, 3. sınıf parçalar gönderip onlar da bizim düştüğümüz hatalara düşmediler...

Malta'nın, İzlanda'nın, İngiltere'nin parçalarına bakın... Acaba bir gün, o sahneye tek başına çıkıp kaliteli bir müzik eserini en iyi şekilde "icra edebilecek" bir "ses" bulup çıkarabilecek miyiz? Bu cesareti gösterebilecek miyiz? Yoksa hep oryantal esintilerin, akdeniz rüzgarının arkasına mı sığınacağız?

Bir çift sözüm de pek sayın Bülent Özveren'e: Sizin gibi son derece kaliteli bir insan (belli ki siz de Patricia Kaas hayranısınız) bu kuzeyli ülkelerin birbirine oy vermesi klişesine sığınmasın lütfen.

6 Ağustos 2008 Çarşamba

Ağaç Hakları

Ece Temelkuran, Milliyet 06.08.2008

Ağaç hakları

Ağaçlar yanarken çıkan çıtırtıyı duyuyorsun. Geceleri kulağına geliyor. Nasıl cız ediyorsa reçine alevde, senin de için öyle cızzz... Haberlerde ne zaman ‘Sayın seyirciler, Antalya’daki yangın...’ dese kanalı değiştirmeye gidiyor elin. Tıpkı ‘Ambulans gelmeyince can çekişerek öldü’, haberlerindeki gibi, tıpkı ‘babasının tecavüzüne uğrayan binlerce kız’ haberlerindeki gibi... (Her yıl trafik kurbanları gibi onların da istatistiği tutulmalı: Babaların, amcaların, abilerin altında çıtırdayan kız ve oğlan kemiklerinin, bu memleketin kendinden saklamaya yemin ettiği)

Yanıyorsun sen de...
Yangının o tok sesli uğultusu geliyor spikerin sözcükleri arasındaki boşlukta; boğuk boğuk. Boğulacak gibi oluyorsun. Helikopterlerden atılan su hep yanlış yere düşüyor gibi gelmiyor mu sana da? Helikopter suyu bıraktıktan sonra, ‘Biri olsa’ diye geçmiyor mu içinden:
‘Bilen biri olsa da helikopterin bir daha su doldurup gelmesi ne kadar sürer diye sorsam.’
Yangınlı bir çaresizlik var içinde. Niye? Yeşil güzel olduğu için mi? Hayır. Müthiş bir çevre bilincin olduğu için mi? O da değil. ‘Milli servetimiz’ seni derinden etkilediği için mi? Sanmam. Ağaçlar sana ait olduğu için mi? Değil, değil.
Yanıyorsun sen de. Çünkü sen bildiğini bilmesen de için biliyor: Bir şey çıtır çıtır ölüyor. Bir canlının bu kadar vakur ve sessiz, bu kadar dik ve korkusuz ölüşü karşısında küçülüyorsun. İnsan olduğun için bir canlının böyle gözünün önünde can çekişerek ölmesine katlanamıyorsun. Tıpkı tecavüzden sonra intihar eden kızlar gibi, tıpkı ambulans beklerken asfaltta kıvranıp susanlar gibi. Dövüş sırasında soluya soluya ölen köpekler, ayağı kırılınca vurulacak atlar gibi...
Bu yüzden yangın ve orman meselesine başka türlü bakmayı düşünmemiz gerekiyor. Söze dökülenden daha derin yaralıyor bu mesele bizi. Bir canlının yaşama hakkından yola çıkılmalı bence. Tıpkı insanlar ve hayvanlar gibi ağacın da hakları olmalı.
Her bir ormanda, kardeşlerinin kaybından sonra geride kalan ağaçlar zararlarının tazmini hakkına sahip olmalı. Romantik bir bakış açısından değil, yapılacak yeni hukuki düzenlemelerin içermesi gereken felsefeden söz ediyorum. Çünkü ancak böyle yapıldığı takdirde yakılan ormanların yerine tatil betonarmesi, Gökçek stil arsız yapılaşma peydahlanması engellenebilir.

Allah’ın belası helikopter...
Şu anda ormanlar kamunun mal varlığı içinde ve ‘eşya’ olarak tasavvur ediliyor. Oysa bu konuda yapılacak kanuni düzenlemelerin ruhu, her bir ağacın canlı bir varlık olduğunu ve her canlı varlık gibi onun da hakları olduğunu hesaba katmalı. Ormanlarla, böyle düşünebilen insanlar ilgilenmeli. Belki o zaman şu Allah’ın belası ‘yangın söndürme helikopterini’ yıllardır alamayanlar alabilir hale gelebilir.
Belki o zaman ormanda ateş yakan hıyarillo kendisinin orada ağaçların misafiri olduğunu, o mekânın kendisine değil, ağaçlara ait olduğunu, ev sahibine terbiyesizlik yapmaması gerektiğini kafasına sokabilir.
Çocuklarının ve ormanlarının ırzına geçmeyen bir Türkiye! ‘Uygarlık yarışındaaa...’ diye söylenen bir çocuk şarkısı vardı eskiden, o geliyor aklıma.

14 Haziran 2007 Perşembe

Ufuk ‘Cennette Yerim Hazır’ Demişti...

Reha Muhtar’ın 13.06.2007 tarihinde Vatan Gazetesi‘nde yayınlanan yazısı…

UFUK ‘CENNETTE YERİM HAZIR’ DEMİŞTİ…

Yaşam vasatlar için cennet; zeki, farklı, iddialı ve tutkulular için cehennemdir…

Zeki, farklı, iddialı ve tutkulu insanları vasatlar zaten sevmez, çünkü kendilerinden değillerdir…

Vasat dayanışmaların içine alınmaz o insanlar ve yalnız kalmaya mahkumdurlar…

Kendileri gibi, farklı, iddialı ve tutkulu insanlarla beraber olmaları da çok zordur, çünkü bir yerde birbirlerinin ayağına mutlaka basmak zorunda kalırlar…

Pelerin tipi yeşil bir paltosu vardı, onu giydi mi gri Ankara’nın hava kirliliğiyle katmerlenmiş derin griliğinde ‘kim bu farklılık’? sorusunu uyandırırdı …

Farklı olmayı severdi, sürüden olmayı kendine yediremezdi…

Sürüden olanı, sürüden davrananı, sürüdeki gibi konuşanı sevmezdi ve küçümserdi…

Bir gün yine çok heyecanlanmış dönüp bana, ‘bize çok iyi hayat yaşıyoruz diye bok atıyorlar’ demişti, ‘Ama bilmiyorlar ki, her şeyi kaybetme riskini göze alıp hayata sıfırdan başlama cesareti gösterdik… Risk alan kazanır, çünkü kaybetmeyi göze almıştır… Onlar kaybetmeyi göze alamadılar, onun için kazanamıyorlar…’

İkimiz de Ankara’da başlamıştık gazeteciliğe…

Gencecik yaşlarda ben Atina’ya, o Washington’a yollanmıştık…

O kentlerden İstanbul’a döndüğümüzde bir karar vermemiz gerekiyordu…

Ya bildiğimiz yere Ankara’ya gidecek ya da İstanbul’da sıfırdan başlayacaktık…

Washington’dan geldiğinde cebinde 30 doları vardı…

Ve cebinde hiçbir şeyi yokken, bildiği bir işi yaparak durumunu sağlamlaştırmayı değil, hiç bilmediği televizyon haberciliğine girişerek yepyeni bir maceraya atılmayı yeğledi…

Ben bir öğle yemeği parasına televizyon programı yapmaya başlarken, o cebindeki 30 dolarla televizyon haberciliğine sıfırdan başlamıştı…

‘Risk alan kazanır, çünkü kaybetmeyi göze almıştır… Onlar kaybetmeyi göze alamadılar’ diyordu…

***

Sürüyü sevmezdi, sürüden olanları sevmezdi, sürüden gibi konuşanlardan hazetmezdi ve onun için herkesin yaptığının aksini yapmaktan zevk alırdı…

Zekasını sınıyordu, zekasından keyif alıyordu…

Herkesin dediğini değil, kendi bildiğini yapmaktan tat alıyordu, aslında o onu farklılaştırıyordu…

Tıpkı gri Ankara’nın hava kirlilğine karışmış katmerli griliğinde, pelerin tipi yeşil paltosuyla farklılaştığı gibi…

Bir gün yine başbaşa dertleşirken, ‘ben cennetliğim’ demişti…

Anlamamış ‘yine ne yumurtlayacaksın” gibisinden suratına bakmıştım…

‘Bilemezsin neler çektiğimi… İnan bu yaşadıklarımın karşılığı cennette yerim hazır…’ demişti…

Buna gerçekten inanmıştı…

Ne olmuştu da mekanının cennet olacağına karar vermişti, söylemem…

Onunla ilgili gizli bir şey kalsın diye değil, yaşayanlara saygısızlık etmek istemememden…

Onu çok iyi biliyorum, şimdi o bulunduğu yerden bu olayın daha fazlasını söylememi istemiyor…

***

Farklı, iddialı ve tutkulu insanlar yalnızdırlar…

Vasat onları benimsemez…

Kendileri gibi olanlarla da mutlaka birbirlerinin ayaklarına basacaklarından çatışırlar…

Onun için yalnızlığa mahkumdurlar…

Ufuk da hayata yalnız başladı, yalnız yürüdü, zirveleri ve yerin dibini yalnız başına gördü…

Ama son yıllarında müthiş bilge bir hal almıştı…

Artık kendisi gibi tutkulu, iddialı ve farklı insanlarla iletişim ve sinerji kurabilmeyi başardı…

Kendi gibi olanlarla her zaman kavga etmek zorunda olmadığını fark etti ve çok bilge bir değişimin altına imza attı…

Bir, iki kişi hariç zamanında onun ayağına basmış olanları bile sağnak altında bırakmadı, onlara şemsiye oldu…

Dostluk elini uzattı…

Gözümün önünde ‘benim mekanım cennet’ dediği bir bahar öğleden sonrası var…

Bir de birkaç gün önce gördüğüm, beyaz sakallı nur yüzlü gülüşü…

Hoşçakal kardeş…

***

10 Ocak 2007 Çarşamba

Popüler kültür, yüksek kültür

Kitle kültürünün ya da popüler kültürün şimdi aşağı yukarı iki yüz yaşında olan eleştirisi, çağdaş haliyle dört ana tema üzerinde duruyor:

  1. Popüler kültür yaratmanın olumsuz özelliği. Popüler kültür sevimsizdir; çünkü, yüksek kültürün aksine, kar zihniyetli yatırımcılar tarafından sadece parasını ödeyen izleyiciyi memnun etmek üzere, toptan üretilir.
  2. Yüksek kültür üzerindeki olumsuz etkiler. Popüler kültür yüksek kültürden alıntı yapar, böylece onu ayağa düşürür; ayrıca geleceğin pek çok yüksek kültür yaratıcısını baştan çıkartır, böylece onun yetenek kaynağını tüketir.
  3. Popüler kültür izleyicileri üzerindeki olumsuz etkiler. Popüler kültür içeriğinin tüketilmesi en iyi olasılıkla sahte mutluluklar yaratır, en kötü olasılıkla da, izleyiciye duygusal olarak zarar verir.
  4. Toplum üzerindeki olumsuz etkiler. Popüler kültürün yaygınlaşması yalnızca toplumun kültürel -ya da uygarlık kalitesini düşürmekle kalmaz, aynı zamanda diktatörlüğe eğilimli demagogların kullandığı kitle ikna yollarına tuhaf bir biçimde ilgi gösteren, edilgen bir izleyici kitlesi yaratarak totaliter rejimlere çanak tutar.

(Herbert J. Gans, YKY Yayınları)

1 Ocak 2007 Pazartesi

Neyin bayramı? - 2

Geçen seneden bu yana değişen hiçbir şey yok. Televizyonda İstanbul Boğazı’nın derelerin denize döküldüğü yerlerde denizin kıpkızıl bir renge büründüğünü gösteren görüntüler. Otoyol kenarları, futbol sahaları, park ve bahçeler… Uyanık “vatandaş” nerede uygun gördüyse şipşak halletmiş işini. Kurbanını kesmiş. Çok sevaba girdiğini düşünüyor. Bir türlü dost olamadığımız futbol sahalarında kutsal ibadeti yerine getirirken herkes kardeş. Kale direklerine asmışlar kurbanlıkları. Daha doğrusu gerçek adlarıyla koyun, kuzu, koç ve diğer küçük-büyük-baş hayvanları. Bu kadar vahşeti ancak ortaçağda ülkelerin bağımsızlıklarını kazanırken verdikleri kurtuluş savaşlarını konu alan Holywood filmlerinde görüyoruz.

Her bayram öncesi, belediyenin tahsis ettiği yerler haricinde kurban kesen kişilere şu kadar para cezası (2006 yılı itibariyle 54 YTL gibi komik bir rakam) verilecektir gibi bir açıklama yapılır. Bu açıklama kaynar gider, her sene de bu sahneler yaşanır ve zabıta ceza kesmez. Muhtemelen zabıta ceza kesecek olsa hemen “sen dinsiz misin?” diye karşısına dikilir vatandaş. Kurban kesim yerlerindeki görüntü de ayrı komedi. Kuyrukta bekleyenler 54 YTL’yi ödeyip sokakta, yolda, futbol sahasında, park ve bahçede kesmeye razı. Sen cezayı 54 YTL yaparsan böyle razı olur insanlar. Ne zaman, ama ne zaman bu eylemlere caydırıcı cezalar verilecek? Boğazı kana boyamanın cezası nedir?

Küçük bir çocuksunuz, bayramdan bir iki gün önce babanız şirin mi şirin bir yaratık getiriyor size. İki gün boyunca seviyorsunuz, belki en iyi arkadaşınız oluyor… Bayram sabahı kalkıyorsunuz, anne babanızın elini öptükten sonra bahçeye çıkıyorsunuz, bir bakıyorsunuz yerde kanlar var, babanız ve başkaları arkadaşınızı kesmiş. Bu çocuğun yaşadığı bu travmayı, hayat boyu izler bırakacak bu şok anını nasıl tarif edebilirsiniz?

Saldırgan, geçimsiz, tahammülsüz, saygısız insanlara dönüşmüş olmanın temelinde çocuklukta yaşanan bu travmaların çok büyük payı var. Babaların ellerine bıçak tutuşturduğu, birbiriyle şakalaşan komşu çocukları, bir canlıyı hem de iğrenç bir şekilde öldürmenin kabul edilebilir bir olay olduğuna o çocuk aklıyla kanaat getiren ufacık beyinler, büyüyünce o bıçakları çocukluklarının kınından çıkarmakta pek tereddüt etmeyeceklerdir…

Not: Bayramın ilk gününde İstanbul’da 8 kişiye 54′er YTL para cezası kesilmiş.

7 Aralık 2006 Perşembe

16 saatlik kağıt

Xerox, üzerine yazıldıktan 16 saat sonra içeriğini “silen” bir kağıt icat etmiş ve uzun zamandır dipten derinden bu icadın patentlerini kayıt altına almakla meşgulmuş. Ortalama bir ofis çalışanı ayda 1000 civarı kağıt yazdırıyor ya da fotokopi çekiyormuş ve bunun yarısından çoğu günlük yazışmalara gidiyormuş ve gün sonunda çöp sepetini boyluyormuş. Xerox’un bu icadı, bilhassa ofislerdeki kağıt israfına son vermeyi amaçlıyormuş. Mucize kağıt elbette ki normal kağıttan daha pahalıymış ama orta dönemde kağıt kendini rahatça amorte ediyor ve firmanın maliyetlerini düşürüyormuş.

Bu icat oldukça ilginç olmakla beraber, hayata geçtiğinde (eğer geçerse) etkilerini merak etmiyor değilim:

  • “Öğretmenim, yemin ederim ödevimi yapmıştım, ama abimden ödünç aldığım kağıt silinebilir kağıtmış, nereden bileyim?”
  • “Kitabı silinebilir kağıda basmışlar, sonuna gelmeden silindi, ben de neden bu kadar ucuz diye kendime soruyordum”
  • “Ahmet bey yemin ediyorum dün mali tabloyu basıp masanıza koymuştum…” “Aaa, masamın üstünde boş kağıtlar vardı, attım ben onları…” “….”
  • “Kira sözleşmemiz silinebilir kağıdaymış, hiç bir hak iddia edemiyoruz” “……”
  • “Ya ben normal kağıda mı basmıştım dökümanı, silinebilir kağıda mı, silinebilirdi galiba, neyse normale basayım bir tane de, azar işitmeyelim patrondan”
  • “Kağıtlar fotokopi makinasını tıkamış” “Aaa silinebilir onlar dur atma ütülerim ben onları” “…..”

Xerox, hiç olmayan bir probleme çözüm mü getiriyor acaba?

1 Eylül 2006 Cuma

Tezahürat reklamlar

Dünya kupası sırasında bu furya tavan yapmıştı. Nerede ne zaman bir turnuva, milli maç var, anında o andan faydalanma peşinde olan uyanık reklamlar türüyor TV’de. “Lombolico Del Mondo” edasında perküsyonlarla doldurulmuş, üzerine tribün edebiyatı taraftar tezahüratları… Koskoca global markaların lokalize olma çabaları ancak bununla sınırlı kalabiliyor Türkiye’de: Futbol… Bir de ramazan… Evin salonunda televizyonları karşısında “Ay law yu löve, ay laav yu löövee” diye bağıran adamlar işte bu reklamlarda yer alıyorlar. Kim toplu bir halde galeyana gelerek televizyonuna olan sevgisini böyle ifade eder? Tost makineniz için ya da çay-kahve makinenız için böyle bir beste yapmayı düşünüyorsanız hemen trübünlere bir göz atın ve beğendiğiniz bir tezahüratı seçin.

Bir önceki reklamlarında ne kadar kaliteli, elit, farklı olduklarını ifade etmeye çalışan bu koca koca firmalar, bu tip toplumsal galeyan anlarında şimdiye kadarki bütün çabalarını çöpe attıklarının farkındalar mı acaba?

29 Ağustos 2006 Salı

Ormanlar yurdumda

ORMAN

Tohumlar fidana
Fidanlar ağaca
Ağaçlar ormana
Dönmeli yurdumda

Yuvadır kuşlara
Örtüdür toprağa
Can verir doğaya
Ormanlar yurdumda

Bir tek dal kırmadan
Ormansız kalmadan
Her insan bir fidan
Dikmeli yurdumda

Yuvadır kuşlara
Örtüdür toprağa
Can verir doğaya
Ormanlar yurdumda

Çocukken arabamızla İzmir yakınlarından geçerken bir orman yangınına tanık olup -ki bugünküler gibi büyük bir yangın da değildi, orman yangınlarının en masum oldukları dönemdi, zaman içinde ekonomimizin büyümesiyle orman yangınlarımızın da boyutları büyüdü- saatlerce ağladığımı hatırlıyorum. Güzel olan her şeyin insan eli veya ihmaliyle yok edilmesine çok tanık oldum, bu da ilklerinden biriydi.

Geçen zaman içinde her sene bilhassa yazın en sıcak aylarında orman yangınlarına şahit olduk, giderek artan büyüklük ve sıklıklarda. 2000′li yıllarda ormanların en gözde turizm beldelerimizin yakınlarında gerçekleşmesi ve insan hayatını tehdit eder hale gelmesi, komşu ülkelerin ya da terör örgütlerinin eylemleri ile birlikte telafuz edilmesiyle yankı buldu. Hep söndürme ekipmanlarının yetersizliğinden, eğitimli kadro eksikliğinden dem vuruldu.

Bu sene orman yangınları yaza damgasını vurdu. En azından benim için. Yazın en önemli olayı ne Rock’n Coke, ne Formula 1 Türkiye, ne Galatasaray’ın şampiyonlar ligi’ne kalması. Yazın en önemli olayı orman yangınları ve bundan bir türlü ders alamayan ülkemiz. Bu nasıl bir ülke yönetimidir ki, orman ile ilgili çalışanlarının eksiklerini gidermez? Bir helikopteri neden beş, on yapmaz? Neden uçsuz bucaksız ovalarımızda sadece ve sadece yangın söndürmeye ayrılmış uçaklar onar onar sıraya dizilmez? Kimse bana işin ekonomik yönünden bahsetmesin, bir F16′dan daha mı pahalı bir yangın söndürme uçağı? Sanmıyorum. Ormanlar bizim milli servetimiz değil mi? Neden bu kadar kayıtsız kalınıyor bu duruma? Bu serveti korumak devletin görevi değil mi? Köylülerden medet umacağına, neden Nisan-Kasım ayları arasında sözleşmeli profesyonel orman söndürme ekipleri istihdam edilmiyor? Ülke ekonomisinde ne kadar yer kaplar ki? Sokak lambalarının maliyetini elektrik faturama 2 YTL olarak yansıtan yetkililer, aynı cesareti ormanlar için de göstersenize? Kim itiraz eder faturasından 1 YTL’yi orman söndürme çalışmalarına bağışlamaya?

Öyle bir alışmışsınız ki, “ormandır bu yazın yanar” deyip geçiştirmeye… Nasılsa suçu kendimizden başka herkeste bulup geçiştirsiniz, Türk halkının da balık hafızası vardır, unutulur gider değil mi? Ne zaman bir çevre bakanı istifa edecek, ben yetersiz kaldım diye? Ne zaman ve ne zaman ormanlarda piknik yapmak, mangal yapmak yasaklanacak? Ne zaman yapanlara ciddi cezalar verilecek? Ne zaman bu orman magandalarından kurtulunacak? Elektrik telleri ne zaman birbirinden uzaklaştırılacak? Ne zaman?

Bu yangın sıçrayıp artık sizi de yakmaya başladığında mı?

22 Temmuz 2006 Cumartesi

Zonguldak'tan Pink Floyd'a dava



Zonguldakspor yönetimi, Pink Floyd’a dava açmaya hazırlanıyor. Zonguldakspor Kulübü Basın Halkla İlişkiler Müdürlüğü’nden yapılan açıklamaya göre çok yakında uluslararası boyutta açılacak olan dava için kendilerini temsil edecek yetenekli bir hukukçu aradıklarını söylediler.

Kulüp Başkanı Ramis Muslu ve Başkan yardımcısı Turgut Atalay yaptıkları ortak basın toplantısında, Pink Floyd isminde bir müzik grubunun yıllardır kulüplerinin logolarını neredeyse birebir olarak kullandığını öğrendiklerini, konuyla ilgili yasal çalışmaların tamamlanmak üzere olduğunu belirttiler.

Turgut Atalay; “Grubun the wall isimli bir albümleri olduğunu ve bu albümden bu grubun bir hayli gelir elde ettiğini vurgulayarak the wall albümünün görsel temalarının Zonguldakspor ambleminden bire bir kopyalanarak gerçekleştirildiğini iddia etti.”

1966 yılında kurulan zonguldakspor birincli ligde kazandığı başarıları devam ettiremeyerek alt liglere inmek zorunda kalmış ve en son geçen sene son maçında Giresunspor’a 4-2 yenilerek 3. lige düşmüştü.

24 Haziran 2006 Cumartesi

Hazır olmanın bedeli

Gece yarısı karnınız acıktı ve evde yiyecek bir şey yok, ne yaparsınız? En yakın 7 Eleven şubesine gitmek bir çözüm olabilir. Gece vardiyasında çalışan elemanın bir sosisli ya da burger hazırlamasını bekleyip açlığınızı giderirsiniz. Yediğiniz tatsız tuzsuz fast-food yiyeceği muhtemelen gündüz vakti yemeyi tercih etmezdiniz, ama bu saatte başka şansınız yok ve kötü de olsa açlığınızı bastırdınız, buna da şükrediyorsunuz. Peki neden 7 Eleven tercihiniz oldu? Çünkü o saatte bir tek orası açık. Diğerleri neden açık değil? Çünkü bunu tercih etmiyorlar. Kaynak ayıramıyorlar, elemanları yok, güvenlik nedenleri vs… Peki 7 Eleven’ın fiyatlarının yüksekliğinden şikayet ettiniz mi hiç? Muhtemelen evet. Neden yüksek fiyatları? Çünkü 24 saat açık olmanın bir maliyeti var ve bu maliyet yüzünden fiyatları yüksek. O yüzden az önce yediğiniz sosisliye 3 katı fiyat ödediniz.

Şirketler milenyum krizinden dolayı büyük zararlara uğramamak için başka danışman şirketlere neler ödediler? Ünlü bir şarkıcının konserini organize eden şirket, her şeyin dört dörtlük olması için karından ne kadar fedakarlık etmeyi göze alır?

Şimdi kendi hayatınıza dönün, bu örnekleri kendi hayatınıza uyarlayın. Neler için hazır olmanız lazım ve bunun için ne bedel ödüyorsunuz? Sevdiğiniz biri çok hasta olabilir ve onu kaybedeceğiniz güne kendinizi hazır tutmak için onun hayatta olduğu günlerin size bedeli nedir? Sokağa bırakmak zorunda olduğunuz bir eşyanızın çalınma ihtimaline karşın sigorta şirketine ödediğiniz bedel nedir? İnişli çıkışlı hayatınızda her zaman güçlü, her zaman yıkılmaz, her zaman dimdik ayakta mı oldunuz? Hiç sanmam. Güneşin sizin için parlamadığı zamanlarda zararlara uğradınız değil mi? En güçlü anlarını yaşadıklarını zannedenler etinizden bir parça koparırken sizden izin alacak değillerdi herhalde. Tanımadığınız güçlüler, tanıdığınız güçsüzler, hangisi daha tanıdık, hangisi daha güçlü?

Bir gün öleceksiniz, ölüme hazır olmak için ödediğiniz bedel nedir? Bu bedelin adı hayat olabilir mi?

16 Haziran 2006 Cuma

Dünyanın kupası

Aylar önceden başladılar. Hepsi aşağı yukarı aynı konuyu işliyordu. Futbolun “sokak” ruhunu işleyen reklamlar. Sözüm ona, gene paranın karşı koyulamaz kokusuyla endüstriselleşen futbola tepki reklamları idi bunlar. Sadece futbol, güzel futbol, gerçek futbol… Sahaların hırçın çocuğu Eric Cantona bile bir galeyan içinde stüdyo basıyor, Viva le resistance, yaşasın direniş pozlarında bizlere güzel oyunu anlatıyordu. İlk başlarda ben de bu haykırışları samimi ve sempatik bulmuş, birileri bir şeyler yapmaya çalışıyor diye düşünmüştüm. Ta ki dün Ronaldinho’yu bir ciklet reklamında görene kadar. O an her şeyi anladım. Ortada bir takım yetenekli adamlar var. Akrobatik anlamda maharetli, atletik ve estetik olarak sporcu görünümüne uygun bir takım “futbolcu”lar. Futbolcu olarak sadece futbol oynamakla kalmıyorlar, artık futbol da satıyorlar. Futbol endüstrisinin ürünlerini güzel oyun dolduruşlarına inanan biz saf insanlara satıyorlar. Defalarca farklı kamera açılarıyla çekilen, yüzlerce defa montajdan geçen, bilgisayar destekli sanal stüdyolarda maçlar yapılan, bol hormonlu ses efektleriyle desteklenen bu futbol anlarının büyüsüne kapılan bizlere futbol satıyorlar. Adeta, biz sizler gibi futbolcu olamadık, kafamızı bir sürü gerekli gereksiz bilgiyle doldurmamıza rağmen sizler kadar iyi para kazanamıyoruz, sizler kadar sağlıklı yaşayamıyoruz, sıkış tıkış apartman dairelerinin içinde huzur arıyor, ev ve şanslıysak ofis arasında bize benzeyen bir sürü insanla yan yana gidip geliyoruz ve bu curcunamızdan bir an kafamızı yukarı kaldırınca da sizleri görüyoruz, esasında Nike, Adidas, Puma’yı görüyoruz, Coca Cola, Pepsi, Loewe gibi kupa pastasından pay kapmaya çalışan tek amacı kar olan işletmeleri görüyoruz. Aynı Ramazan aylarında yeşil dini cübbeye bürünüp din dersi veren gazeteler gibi, yeşil çimene bürünüp futbola olan sevgimizden faydalanan işletmeler.

Herkes aynı konuda hem fikir, Ronaldinho çok sempatik, çok yetenekli, dünyanın en iyi futbolcusu… Dünyanın en çok kazanan futbolcusu. Madem tek derdin futbol, madem Brezilya’nın kumlarından varoldun geldin, tüm reklamlara çıkman mı lazım? Tüm bu meşin yuvarlağı sonsuza dek vücutlarında sektirebilen futbolcuların, elbirliği etmişçesine etlerinden, sütlerinden ve yünlerinden faydalanılmasına bu kadar izin vermeleri mi lazım? Pepsi reklamı için, Adidas reklamı için paranın kokusunu alıp bir araya gelen bu altın kadrolar, acaba telefonlaşıp bir halı saha maçı yapmışlar mıdır, ya da doğup varoldukları Brezilya kumlarında taştan kale direkleri arasında bir çıplak ayak futbol maçı? Kaç tanesi servetinin küçücük bir bölümünü bazılarının renklerini de paylaştığı Afrika’nın o cılız insanlarının doyurulması için feda etmiştir mesela?

Koskoca Dünya kupası, o kadar çok insan ve kurum ekmek yiyor ki, bir günün maç hasılatı yoksullara bağışlanıyor da bilmiyor muyuz acaba? Yoksa biz masumların kısa mesajları mı kurtarabiliyor onları sadece?

Bir ticari dalga bu dünya kupası. Aynı Anneler Günü, Sevgililer Günü, Babalar Günü gibi. Belki bu günler olmasa daha çok arayacağız sevdiklerimizi. Belki kalp desenli fonksiyonsuz ıvır zıvırlar bu kadar satılmayacak, kravat, gömlek üreticileri üzülecek ama gerçek duygularımızı bileceğiz, ne kendimizi kandıracağız, ne sevdiklerimizi kandırdığımız için teselli bulacağız.

Bu pazar Babalar Günü, ticari dalgalar ortak da çalışmasını bilir, kaç çocuk babasına dünya kupası kokan hediyeler alacak sizce?

29 Mayıs 2006 Pazartesi

Norveçli kızlara helikopterli taciz

Ankara’ya gelen Norveç Milli Voleybol Takımı, parkta güneşlenmek isteyince, önce etrafları kuşatıldı, sonra da askeri bir helikopter üzerlerinden alçak uçuş yaptı.

Avrupa Genç Bayanlar Voleybol Şampiyonası elemeleri için Ankara’ya gelen Norveç Genç Bayan Voleybol Milli Takımı, başkentte güneşlenmek isteyince ilginç olaylar yaşandı. Güneşlenmek isteyen takım oyuncuları bunun için önce Ulus’taki Gençlik Parkı’na gitti. Ancak bikini ve şortlarıyla çimlere uzanan genç kızları gören çok sayıda başkentli etraflarını sardı. Norveçli oyuncular, bazı vatandaşların cep telefonlarıyla fotoğraflarını çektiğini, bazılarının da bozuk bir İngilizce ile nereli olduklarını sorduklarını anlattı.



ŞOFÖRE DE KIZDILAR
Kendilerini taşıyan otobüs şoförünün kalabalığı görünce yanlarına geldiğini belirten Norveçli oyuncular, şoförün kendilerini apar topar parktan çıkardığını, bu esnada kalabalıktan bazı kişilerin de şoförün bu hareketine tepki gösterdiklerini ifade ettiler. Norveç takımıdaha sonra TED Ankara Koleji’nin Gölbaşı Kampüsü’ne gitti. Ancak Norveç takımı burada da meraklı bir askeri helikopter pilotuyla karşılaştı. Güneşlendikleri sırada oldukça yükseklerden bir askeri helikopterin geçtiğini söyleyen oyunculardan Hilde Elvebakk, “Helikopter bir daire çizip biraz alçaldı. Havada iki tur attı. Üçüncü seferde ise 10 metre mesafeden uçup hemen üstümüzden geçti” diye konuştu. Norveçli oyuncular iki başarısız güneşlenme girişiminden sonra hayalkırıklığı içinde döndükleri otelde, otel yöneticilerinin kendilerine terasta güneşlenme izni vermesiyle biraz olsun teselli buldu. Oyunculardan Hanna Sandsdalen, Ingrid Helene Sando ve Hilde Elvebakk, kendilerini rahatsız eden bir olayla karşılaşmadıklarını ancak sadece biraz şaşkın olduklarını ifade etti.

22 Mayıs 2006 Pazartesi

Hard Rock Hallelujah!

Nerden başlayayım, TRT spikerinin mosmor olduğundan mı, Sibel Tüzün’ün kıskançlık demeçlerinden mi, yoksa bunun bir müzik yarışması olduğunu unutup, bol darbukalı, dansözlü, R&B’li, MTV’de ne tutunursa onun taklidiyle ülkesini temsil eden “sanatçılar” dan mı…

Finlandiya’lı bu Rock grubu, öyle bir birincilik kazandı ki, herkese bir daha bunun bir müzik yarışması olduğunu hatırlattı.
Bakalım TRT temsilcisi Sibel Tüzün neler demiş yarışmanın ardından:

Lordi’nin yarışmanın galibi olması hakkında, ‘hepimiz şok olduk, hayal kırıklığına uğradık’ diyen Tüzün, ‘Biz bu yıl güzel kadın ile güzel bir şov ortaya koymak istedik. Demek ki bu yıl erkek ve çirkin yaratıkların yılıymış. Bana göre Lordi, şovunu video oyunlarından esinlenerek hazırladı ve oylarını yine bilgisayarla cep telefonlarına çok hakim olan 13-22 yaş grubundan topladı’ diye konuştu.
Yunanistan ve Türkiye’den Lordi’ye oy çıkmasına çok şaşırdığını ifade eden Tüzün, grubun şovuna iyi hazırlandığını söyledi.
Sibel Tüzün, gelecek yıl yapılacak Eurovision şarkı yarışmasının ’sirke döneceğini ve çocuklara yönelik koreografiler hazırlanacağını’ ifade ederek, ‘Finlandiya 2007 Eurovision Şarkı Yarışması tehlikeli bir oyuna dönüşecek’ dedi.

Birincisi, güzel kadın ve şovdan bahsederken, güzel kadına pek rastlayamadık. Onun yerine, belki hamile olduğundan kendi bedeninden 3 beden daha küçük bir kıyafete sıkıştırılmış bir kadın gördük. Ayrıca vokal performansı olarak çok kötüydü. O kadar detoneydi ki, nakaratta kulaklarımı kapatıyordum. Dansçılarla yaptığı kareografi ve illa ki en ciddi parçamıza bile eklemek zorunda olduğumuz dümbelek dansından sonra nefes nefese kaldığı ve ikinci sözleri ne halde söylediği de ortada. Şarkısı, kendisi ve şovu ile malesef biraz “kokona” kategorisindeydi Sayın Tüzün.İkincisi, Lordi video oyunlarından esinlenmiş ve cep telefonuna hakim olan genç kesimin oylarını toplamış. Sibel cep telefonuna hakim olmayan kesimlerden mi oy toplamayı umuyordu? Ya da bu yarışmanın bilmediğimiz başka bir oy verme yöntemi mi var, teleks, telgraf gibi? Oy veren kesimin kaç yaşlarında olduğunu sanıyor ki? Başka kim böyle dandik bir yarışmayı bir şey sanıp bir ülkeye oy vermek için 5SMS’ini harcar ki?

Bir de, Türkiye’den Finlandiya’ya oy çıkmasına şaşırmış Sn. Tüzün. Neden, bu ülkede Rock ve Heavy Metal sevenler yok mu? Sibel Tüzün de öyle düşünüp Rock albüm çıkarmamış mıydı? Kendisi klibinde daha mı alımlı görünüyordu, “çirkin yaratıklar” diye tanımladığı meslektaşlarından?

Eurovision seneye sirke dönecekmiş. Zaten hep sirk değil miydi?

Bir de “uzmanlarımız” var tabi, Sibel Tüzün’e asla toz kondurmayan, ama parçada bir şeylerin eksik olduğunu vurgulayan uzmanlarımız. Hepsinin söylediği şey aynı, Sibel Tüzün çok iyi şarkıcıdır ama parça olmamış. Ya söylesenize kendisi parçayı icra ederken zorlanıyor, detone oluyor desenize… Nedir bu herkesle iyi geçinme mantığı?
Öyle bir tokat oldu ki bu, kimlere mi? Bunun bir müzik yarışması olduğunu unutanlara, MTV’de tutunan parçaların taklitleriyle ülkelerini temsil eden sanatçı bozmalarına - İngiltere’den de R&B çıktı ya- , yerel motifler vereceğiz diye darbukalı, dansözlü, Afrikalı, şekilden şekile giren ülkelere, ve bilhassa, Finlandiya şarkısını çalınca “Korku filmi gibi hahaha beğendiyseniz gene de bir mesaj atın”, Finlandiya finale çıkınca “tabi belki gençler beğenmiştir, ondandır” şeklinde değerlendirmeler yapan TRT spikeri Sayın Levent Özçelik’e ve onun gibilere…
Lordi’ye binlerce tebrikler, Hard Rock Hallelujah!

26 Mart 2006 Pazar

Elalem gider aya...

Biz yayayız. İki ayağımızın üzerindeyken yayayız, tekerlekler üzerindeyken farklıyız.

Biz yayayız, trafiğin önceliği olan araçlardan sonra en dokunulmaz bileşeniyiz.

Biz, yayalık stajımızı komünal yaşamın bize sormadan tahsis ettiği iki kenarına ikişer sıra arabanın parketmesi için bize layık görülen ellişer santimetre genişliğindeki kaldırımlarda yaparız. Bana düşeni yapayım, kaldırımdan yürüyeyim derken araba galerilerinin ve bilimum esnafın bağımsızlığını ilan etmek suretiyle istila ettiği bu bize ayrılan alanların dışına çıkmak zorunda kalırız, karda kışta bu daracık kaldırımlar buz tutar, kayıp kafamızı gözümüzü yararız, daha sonra zıvanadan çıkıp “enayimiyim ben” deyip motorlu taşıtlara ayrılmış yollarda yürümeye başlarız.

Bu geniş alanların tadını aldık mı da bizi kimse tutamaz. Ülkenin her yerinde sonugelmez bir rahatlık ve umursamazlıkla, bizi geçmişte daracık alanlara sıkıştıran zihniyetten intikam alırız sanki. Bu dakikadan sonra artık düşünmesi gereken motorlu taşıtlardır, ne de olsa bize çarparlarsa onların başı derde girecektir. O kadar umursamayız ki, bize dikkat etmek zorunda olan slalom ustası motorlu araçlar o kadar yavaş giderler ki, trafik adı verilen akmaz katı madde, tüm illerde, yurtdışı temsilciliklerinde ve kuzey kıbrıs türk cumhuriyetinde durma noktasına gelir artık.

Şehir ve bölge planlamada çalışan kişiler, taşın ve toprağın altın cinsinden değerini birinci sıraya koymayıp, biraz da işin “planlama” kısmına önem verselerdi, bizler de haddimizi bilecek ve bize ayrılan geniş kaldırımlarda yürüyecek, motorluları da rahatsız etmeyecektik, ama gözümüz açıldı bir kere. Bundan sonra bize düşen, trafikte yaya devriminin artık genlerimize işlemiş bu özelliklerini yeni kuşaklarımıza aktarmaktır.

12 Mart 2006 Pazar

İnternet polisi göreve başladı

Geç de olsa iyi bir şey, ama çok komik diyalogların yaşanacağına hiç şüphe yok… :)

Asayiş Şube Müdürlüğü’nde yeni oluşturulan İnternet ve Bilişim Suçları Bürosu faliyete geçti.

Bilgisayar konusunda uzman 1 başkomiser, 1 komiser ve 5 eleman olmak üzere toplam 7 kişilik büro ile internet ortamında gerçekleşen suçlar ve suçluları takibe alınacak. Yeni kurulan büronun internet ortamında gerçekleşen şantaj, tehdit, banka hesaplarından para çalınması olaylarının yanında özellikle porno siteleri takibe alacağı belirtildi.

17 Şubat 2006 Cuma

Güçsüz sevmek

İnsanı insan olarak, dünyayla ilişkilerini de insani ilişkiler olarak kabul edersiniz, sevgiyi yalnız sevgiyle, güveni yalnız güvenle vb, değiş tokuş edebilirsiniz. Sanatın tadına varmak istiyorsanız, sanat kültürü almış biri olmalısınız; başkalarını etkilemek istiyorsanız, gerçekten başkalarını canlandıran ve yüreklendiren biri olmalısınız. İnsanla -ve doğayla- ilişkilerinizin herbiri gerçek bireysel hayatınızın belirli bir şekilde dışavurumu olmalı, iradenizin nesnesine uymalıdır. Karşılığında sevgi uyandırmadan seviyorsanız, yani sevgi olarak sevginiz karşılıklı sevgi yaratmıyorsa, seven bir kişi olarak dışavurumunuzla kendinizi sevilen bir kişi yapamıyorsanız, sevginiz güçsüzdür, bir talihsizliktir.

Karl Marx, 1844 İktisadi-Felsefi Elyazmaları, Kısım 1, Cilt 3, s.145-49.

12 Ocak 2006 Perşembe

Neyin Bayramı?

Bazen bir kaç insan çıkıyor, benim kelimelere dökemediklerimi düzgünce yazıyor:

Ece Temelkuran - KIYIDAN, Milliyet 11.01.2006

Kurban, grip ve diğer çocuklar

Tanrılar, çocuk tohumlarını gökyüzünden yeryüzü topraklarına serperken Anadolu’ya doğru savrulan çocuk tohumları daha baştan kederleniyorlardır muhakkak. Daha doğmadan küsüyor mudur canlarının çekirdeği? Tam doğarken, o büyük telaşta burada doğacaklarını unutuyor olmalı çocuklar. Çünkü unutmasalar, belki de hiç doğamazlar…

İlk bayram, ilk kurban

Kurbanlık koyunların yanlarında poz vermiş oğlan çocuğu fotoğrafları var gazetelerde. Gülümsediklerine bakılırsa henüz bu o çocukların ilk bayramı. Öyle gülümsediklerine bakılırsa bu yıl ilk kurbanlarını verecekler. Bayramın böyle bir şey demek olduğunu, bu ölümden sonra eğlenmeleri ve hiç bitmeyecek bir açlıkla yemeleri gerektiğini öğrenecekler.
Evlerinin önüne bağladıkları, sevdikleri, boynundaki ipi tutarak gezdirdikleri, hatta bazen isim verdikleri koyunlar kesilirken orada olacaklar. Okşadıkları tüylü deri alelacele etten sıyrılıp pusuda bekleyen tarikat arabalarına yığılırken bakakalacaklar.
Daha araba yolda henüz kaybolmuşken kesilen hayvanın eti kavrulmuş olacak ocakta, ekmeğin içine dürtülmüş lokma tıkıştırılacak çocuğun ağzına. Bu sırada acaba kurumuş mudur çocuğun alnındaki kan? Niye çocuklarını tüketiyor bu ülke durmadan? Ölüm bilgisini en erken öğrenen çocukların toprağı Ortadoğu. O yüzden bu topraklarda hiç bitmeyecek insanlığın savaşı…

Ölmeyen İsmail

İbrahim, inancının ispatı olarak neden oğlu İsmail’i yatırıp kesmeye kalktı? Öldürüp kendini, katil olmaktansa cehenneme gitmeyi niye göze alamadı? Ve bu hikâyeyi dinleye dinleye büyüyen oğlan çocukları kendilerinin esas kurbanlık olduğunu, öyle ya da böyle, bilmezler mi kalplerinin bir yerinde?

Omurgaya işlenir bizden önceki hikâyeler, inanmasanız, bilmeseniz bile içinizdedir siz doğarken sizden önce bilinenler. Neden Cebrail’e, onun elinde bir koçla göklerden inmesine havale edilmiştir bu karanlık bilmece? İsmail sonra hiç babasını sevmiş midir acaba? Feda edilen bir can bir daha barışır mı kendi çekirdeğiyle?

Gelmeyen Cebrail

Kuş gribinden ölen çocukların babası hastane kapısında konuşuyor gazetecilerle. Acılıdır muhakkak. Ve fakat, yüzünde tuhaf bir ifade. Sanki gelmeyen Cebrail’in cürmü bu.
Hasta hayvanları ölmeden hemen evvel kesip yemek bir gelenektir burada. Batı’dan gelen “hijyen” bilgisi üst sınıflara aittir. Bu ülke, doymakla bitmeyen, hiç bitmeyen bir açlığın ülkesidir. Ne kadar çok kadınla sevişse de adamlar, kadınlara yine aynı açlıkla bakarlar. Ne kadar çok kurban eti yese de çocuklar yine de aç büyüyüp hasta hayvanları “boşa gitmesin” diye kesip yiyen adamlar olurlar.

Sonra hastane kapılarında gelmemiş bir Cebrail’den şikâyet eder gibi, doktorlardan şikâyet ederler çocuklarının küçük tabutları önünde büyümüş oğlanlar. Yatılı okullar çöktüğünde altında kalan çocuklar için bu yüzden isyanlar çıkmaz bu toprakta. Savaşlarda ölen çocukların annelerine karşı, “Analar Sikorsky doğurmuyor” diyebilir komutanlar. Ölü çocuklardan bir harçla yükselebilir bu ülkede iktidar koltukları birbirine karşı. Kuş gribinden ölen çocukların haberlerini dinlerken bir yandan, bir yandan da yeni hasta tavukları sofralara getirebilir adamlar. Cahillik denip geçilirken arada karanlık bir bilmece atlanır. İbrahim, neden kendini değil de oğlu İsmail’i kurban etmiştir?

Ve Tanrı… Belki de O, İbrahim inanç sınavını geçtiği için değil, kendi yarattığı insanın vahşetini izlemeye daha fazla dayanamayacağı için Cebrail’le bir koç göndermiştir. Bu ülke, feda edilip de ölmeyen çocuklarının gözlerine bakabilir. Bu ülke, iktidar gömleğini her değiştirdiğinde İsmail’lerin boynu İbrahim bilgisiyle incelir…

3 Ocak 2006 Salı

Denizaltı Filmleri

Denizaltı filmleri, konusu itibariyle mekan darlığı yüzünden çoğu insana yavan gelebilir. Ancak, bu filmlerin baştan sonuna kadar izlenebilmesi için değişmez bir şart vardır: Oyunculuk. Denizaltı filmlerinde yer alan aktörlerin sıradan aktörler olmadığını söyleyebiliriz. Bu filmlerde bu aktörler kendi performanslarının en üst düzeylerinde oyunculuk yaparlar. Bu filmlerde öne çıkan duygular vatanseverlikten daha çok dürüstlük, adalet ve dayanıklılık gibi kavramlardır.

Bendeniz de denizaltı filmlerinin ayrı bir takipçisi olarak, size bugüne dek izlediğim denizaltı filmlerinin bir listesini vermek istiyorum:

- Das Boot
- K19: The Widowmaker
- Below
- In Enemy Hands
- Crimson Tide

bir de çok eski

- The Enemy Below

2000'li Yılları Algılamak

2000′li Yılları Algılamak
Yazar: Prof. Dr. Özcan Köknel
Altın Kitaplar, 1. Basım, Mayıs 2005

İki binli yıllar, doğal ve toplumsal ortamdan kaynaklanan uyarıları, bunların taşıdığı iletileri değiştirdi. Bu değişiklik, duyuları algıya dönüştüren anı izlerini, bilgi birikimini, davranış kalıplarını etkiledi. Gerçek yaşamla, algılanan gerçek arasında, öznel, sanal, yapay bir dünya yarattı. Bu dünyada insanların ne denli mutlu olduğunu saptamak çok zor. Hatta olanaksız.

2 Ocak 2006 Pazartesi

Kötü filmler

Herkes gibi arada ben de kötü filmlere maruz kalıyorum. Burada şunu belirtmeden geçemeyeceğim: Kötü filmden kastım, televizyonu her açışınızda rastlayabileceğiniz, kanallarda Prime Time başlayana kadar bizi oyalamakla yükümlü eti budu belli sıradan filmler değil. Kötü filmler, afişiyle, prodüksiyonuyla, belki oyuncu kadrosuyla bir yere kadar iddialı, üstelik afişini amerikan basın dünyasının geçimini sinema filmleri hakkında yaptığı tek cümlelik, bazen tek kelimelik “Astonishing!”, “Two thumbs up!”, “Best movie of the year!” gibi yorumlardan kazanan en az bir yazar ve yorumu ile takviye edebilecek kadar şanslı filmlerin arasından çıkan kötü filmler.

Şimdi bu filmlerin listesini oluşturmaya başlayalım ve zaman içerisinde bu listeyi güncelleyelim :)

  • Crusader (Haber Avı)
  • Dead Birds (Vahşet Evi)
  • I’ll Sleep When I’m Dead (Öldüğümde Uyuyacağım)
  • 7 Seconds (7 Saniye, Wesley Snipes)
  • The Marksman (Keskin Nişancı, Türkçe çevirisi saçma olmuş! İşaretleyici olmalıydı, gene Wesley Snipes, bu adamın bir filmi daha kötü çıkarsa, Blade’den başka adam gibi filmi olmadığına kanaat getireceğim)

27 Aralık 2005 Salı

75 Hiroşima

Rusya, ABD’nin güvenlik sistemini delip geçecek, nükleer başlık takılabilen bir füze sistemi geliştirmiş. Bu sistem o kadar maharetliymiş ki, Amerika’nın Hiroşima’ya attığı atom bombasının 75 (yazıyla yetmiş beş) katı hasar veriyormuş. Ne oluyoruz ya?

26 Aralık 2005 Pazartesi

Evolution 5

Web üzerinden oynanan oyunlardan hiç haz etmezdim. Ta ki nasıl olduğunu hatırlamıyorum, Evolution karşıma çıkana kadar. Günde sadece 5-10 dakikanızı ayırarak -toplu halde savaşa gitmiyorsanız- oynayabileceğiniz bu oyun esasında son derece basit, kaynakların verimli kullanımı üzerine. Gezegeninizde Metal, Mineral ve Gıda işleyebileceğiniz topraklar bulup, her “tick” başına artan kaynaklarınızı, savunma, saldırı, R&D üzerine dağıtıyorsunuz. İlk başta kendimi yalnız hissederken, kendimi bir Alliance’a katılmış buldum (Venom) ve ekip arkadaşlarımı tanıdıkça oyun daha zevkli bir hale gelmeye başladı. Toplu halde birbirinin arkasını kollamak, baskına gitmek vs. çok zevkli. Bir yandan oyunun hala geliştirilmesi çok daha zevkli. Oyunda her round yeni özellikler çıkıyor ve hatalar gideriliyor. Ha bir de, gönüllerin Internet tarayıcısı Firefox için bir Toolbar (araç çubuğu) olması da cabası. Oyunda Türkçe desteği yok, sadece İngilizce. Evolution Web Sitesi

25 Aralık 2005 Pazar

Holocaust

Önce sosyalistleri topladılar
Sesimi çıkarmadım,
Çünkü sosyalist değildim

Sonra sendikacıları topladılar
Sesimi çıkarmadım,
Çünkü sendikacı değildim

Sonra Yahudileri topladılar
Sesimi çıkarmadım,
Çünkü Yahudi değildim

Sonra beni almaya geldiler
Benim için,
Sesini çıkaracak kalmamıştı…

Martin Niemöller

First they came for the socialists, and I did not speak out—
because I was not a socialist;
Then they came for the trade unionists, and I did not speak out—
because I was not a trade unionist;
Then they came for the Jews, and I did not speak out—
because I was not a Jew;
Then they came for me—
and there was no one left to speak out.